Tabiattaki şeylerle samimî bir bağ kurmaya başladığımız vakit onlardan belli belirsiz bir davet gelir bizlere. Bu, aslında yürümeye davettir. Bir manzara ne denli güzel olursa olsun onu yücelten o güzelliği fark eden ve adeta yudum yudum içen bir insandır. Bitkiler, çiçekler, binbir çeşit hayvan ve hâlden hâle bürünen gökyüzü yürüyüş hâlindeki bu insanda tefekküre ve duyguya yükselmektedir. Evren, maddeyle ne kadar kuşatılmış olursa olsun onun ardında bir tasavvur, bir düşünce, bir hayal bulunmaktadır. Bunlar olmasa o madde asla vücud bulamazdı. İşin esası bir fikre ve duyguya yaslanan bunca şey yine o evvelki hâline dönmeyi ister, bunu da bir insanın zihninde ve hayalinde yaşar. Dolayısıyla yürüyen biri, etrafındaki şeyleri, bilsin veya bilmesin mânâ âlemine taşıyan bir gönüllüdür. Varlık, seferini onun iç âleminde sürdürmektedir. Bu sebepten arayış ve yürüyüş hâlinde olan bir insan gibi tabiattaki bu şeyler de aslında kendini arayan bir yolcu gibidir. Bu sebepten insanı kendilerine davet edişleri vardır. Bilinmek, görülmek hatta sevilmek istemektedirler.
Biz bu daveti yüreğimizde bir yürümek arzusu şeklinde duyarız. Bana kalırsa bu, yürüdüğümüz yollarda ve doğada karşılaştığımız şeylerin bizi davet edişinden başka bir şey değildir. Bu ısrarlı davet karşısında onu kabul etmekten başka pek bir seçenek yok gibidir.
Yürüyen ve tefekkür eden bir insan, evrende nasıl yüce bir görevle görevlendiğildiğini böylece duyumsar. Amaçsız ve hedefsiz gibi görünen yürüme eylemi varlığın maddeden mânâya seferi noktasından bakıldığında kendi içinde harikulade bir zemine oturmaktadır. Bu açıdan bizim, doğadan ve ondaki şeylerden hiç de ayrı olmadığımızı, bir bütünün içinde idrakimizle varlığa hizmet ettiğimizi bu yürüyüşlerde daha iyi anlar ve hissederiz. Öyleyse insanın yürümeye davet edildiğini söylemek hiç de mübalağa değildir. Fakat bu davet gönülde hissedilmelidir. Onu içerisinde duymayanlar yürüyüşe derin bir anlam atfedip gerçek anlamda yürümeyi anlayamazlar.