Dâima bir yerlerden bir şeyler, bir haber, bir davet gelecekmiş hissiyle yaşıyoruz. Biri seslenecek ve içimizde onulmaz dediğimiz dertlerimize derman sunacakmış gibi... Yaralı bir yüreğin bütün elemleri bir dostun teselli verici birkaç sözüyle içimizden süzülüp gidecekmiş gibi... Hayatın seyri bir sihirli dokunuşla değişecek ve biz kendimizi huzurun kollarına bırakacakmışız gibi... Hâlbuki hayat çoğu zaman bize kabullenmeyi öğretir. Başımıza gelen bir şeyi değiştirmeyi umarken bazen çaresizliğin acı zehrini de yudumlarız.
Hayat dertlerin de kendisinin bir parçası olduğunu söylemek ister. Yaşamak çoğu vakit, yapılmak için yıkılmaya razı olduğumuz sürecin adı olur ve böylece hiçten hiçe giderken içten içe de hem yıkılır hem de yapılırız.
Dünya hayatının ve varlık atfettiğimiz şeylerin ardında derin bir boşluk duygusu var. Öyle olmasa burada mutlak sevinci ve huzuru bulup yaşamamız gerekirdi. Hâlbuki hiçbir şey insana sonsuz bir tatmin ve mutluluk veremiyor. Her şey değişiyor, dönüşüyor, yok oluyor, var oluyor. Sonsuz bir döngü gibi... Bu kadar şeyin hayatı tecrübe etmek ve sonra çekip gitmek için kurgulandığı ne kadar belli!
Peki, bize hayatı sonsuzmuş gibi gösteren bu duygular da nereden geliyor?
Herkesin bildiği gibi sonsuz olan dünya, tenimiz ve eşyalar değildir. Bunlar yok olucu şeylerdir. Ebedî olan ise ruhumuzdur. Zamanı ve hayatı tecrübe eden de odur ve o, bu dünyaya bir tecrübe için indirilmiştir. Bu sebepten huzur veya huzursuzluk ruhun seyriyle ilgilidir. Ruhun bizden istediği eşya ve kalabalıklar değil; derin bir farkındalık, temiz bir hayat ve gönül dolusu sevgidir. Dünyanın peşinden koşarken çoğu zaman bıkkınlık ve tükenmişlik duygusuna düşmemizin sebebi özümüzden yükselen talepleri göz ardı etmemizdir.
Dünyaya bir tecrübe, farkındalık ve bir şeyleri anlamak için geldik ve hiç kimse bize onları vermeyecek. Onları içimizde biz keşfedeceğiz. Öyleyse dertlerin dermanı sabırla bu hayatın bize ne söylediğini anlamaya çalışmaktan geçmektedir.