Bir günü bitirdiğinde bir ömrü bitirmiş say kendini. Hayat geçiyor. Geçen bir günle bin günün pek de farkı yok. Önemli olan günlerin içine ne koyabildiğimizdir.
Hemen her gün muayyen bir şekilde ölüme hazırlanıyoruz. Sıkıntılar, dertler hayatın soğuk yüzüdür; fakat bir bakıma onlar sayesinde ölüm bize daha sıcak, daha yakın geliyor.
Doğan günle birlikte doğup batan günle beraber bir bitişi yaşarken görüp yaşadığımız şey sayıya hesaba gelmeyen başlangıçlar ve bitişlerdir. Kaç kere doğduk, kaç kere öldük? Bilen yok… Bir ömürde kaç kere yıkılıp kaç kere yapılırız? Şunu bile hesap etmeye kimin gücü yeter!
İşte hayatın içine gizlenen ölüm bu dünya yaşamının bir yönü olmuş oluyor. Kederde ölümün acılığını, sevinçte yaşamın lezzetini tadıyoruz. Ayrılıkta ve kavuşmakta da öyle… Hastalıkta ölüyor, sağlıkta diriliyoruz. Öyleyse bu yaşanan hayatın her yerine ölüm ve hayat birlikte gizlenmiş. İnsana ise bunu anlamaya çalışmak, neler olup bittiğini çözmek kalıyor.
Bir günün sonunda başımızı yastığa koyup derin bir uykuya geçmekle, bir ömrün nihayetinde ölümü tatmak arasındaki fark nedir? Belki zamanın biraz daha uzaması diyebiliriz. Hâlbuki şu vakte kadar geçen ömrümüzü göz açıp kapayıncaya kadar olmuş bitmiş bir hadise olarak kabul edebiliriz. Kalan ömrümüz için de bu böyledir. Bu dünyada binlerce yıl yaşasak da hakikatin değişeceğini pek zannetmiyorum.
O zaman bir ömrün bir günden daha uzun olduğunu kim iddia edebilir!
Kısacık nice ömürler vardır ki, içine nice uzun yıllar sığabilmiştir. Nice uzun ömürlerin ise yaşanıp yaşanmadığı bile belli değildir. Dünya bu yüzden ilginç bir yerdir.
Öyleyse bir günün bir ömre değeceği zamanları yaşamak da insanın elindedir. Bir günün sonunda yaşadığımız şeylerden anladığımız, bir ömrün sonunda bu hayatta bulduğumuz şeylerden pek de farklı olmayacaktır.