Yazmaktan yana nasibimiz varmış bu hayatta. Çoğu zaman ne yazacağımı bilemem. Fakat niçin yazdığımı bilirim. Yazmak benim için gönlümü yoklamak, ilhamı duymak, içimde derinleşmek demektir. Hayatla kurduğum anlamlı ilişkinin bir yansımasıdır yazmak. Geçip giden duyguları kelimelerle tutabilmek demektir.
Çocukluğumdan beri yazmakla meşgulüm. Kimseler istemese de o zamanlarda da yazıyordum. Günlük tutuyor, kendimce antolojiler meydana getiriyordum. Daha sonra bunun sebepleri üzerinde düşündüm zaman zaman. Yazmak benim için hayatı anlama çabasıdır. Bugün dahi bu böyledir.
Yazmak diyorsak bunun bir ucu da bilinmek ve görünmek istemeye çıkar. İnsan nefsi tanınmak ister, kendisine ve yazdıklarına hürmet edilsin ister. Fakat yazmak insanın iç derinliğinin, huzurunun, tecrübelerinin, duyduklarının ve düşündüklerinin açığa çıkmayı istemesi ise o zaman hiçbir iddia taşımadan köşemizde yazıyla meşgul olmak gönlümüze ilaç gibi gelir. Öbür türlüsü şöhrettir. Hâlbuki şöhret bir anlamda huzursuz olmak demektir.
Yazmanın özünde kendimizi tanımak istememiz yatar. Bu merkezden hareket edildiği sürece insan daima yazmayı ister. İnsanın iç derinliğinin bir sonu olmadığı gibi yazmanın da bir sonu yoktur.
Yaşam er veya geç içindekileri açığa çıkarıyor. Dikkat edilirse hayatın içeride ve dışarıda bir alışveriş olduğu görülür. İnsanın iç dünyası da yazı yazarken ortaya dökülür. Bu bazen hızlıca bazen de tedricen olur.
Yazmak iç dünyamızın belirmesi, özümüzdeki şeylerin açığa çıkması demektir. Bu sebeple kendini anlamak isteyen bir insanın yolu bir şekilde yazıya çıkar. Ya okumak ya da yazmak şeklinde... Her ikisi bir arada olduğu zaman ise yazdığımız bir yazı daha evrensel boyutta kendini gösterir ve belki de bir değerin ifadesi olur.