Ormanı ve ağaçları olmayan bir dağ düşünülemez. Dağa “dav” derken ormanlık ve ağaçlık yerler kastedilir bizde. Köyde, bahçelerimizin olduğu Fındıklo mevkiinin hemen aşağısında, güneydoğu tarafına düşen yerde böyle bir “dav” vardır. Burası ulu ağaçların olduğu bir yerdir. Dav’da bizim bir ağaç evimiz vardı. Küçük yaşlarda Samet, Yakup, Burhan ve Ali Osman’la Dav’a gider, buradaki ağaç evimizi ziyaret ederdik. Kudretten yaratılmış; basamakları, oturma yerleri ve ormanın içini iyice gören bir açısı olan bu ağaç şimdi ne yapıyor, bilmiyorum!
Ağaçların; etrafı anlayan, duyan çok canlı varlıklar olduğunu, sevgiyi ve insanların niyetini hissedebildiklerini söylerler.
Bu nasıl oluyor peki?
Köyde yıkılacağını anlayan ve dallarına darbeler yiyen o kiraz ağacının bir daha meyve vermemesi, bir türlü ıhlamur vermeyen ağacın tehdit edilmesi ve ıhlamur vermeye teşfik edilmesi, dallarına vurarak kestanelerini dökmeye çalıştığımız kestane ağacından yediğim dikenli topak bana çocukluğumdan beri onların da bir ruhunun, lisanın ve çevreyi çok iyi hisseden idraklerinin olduğu düşüncesini telkin etmiştir.
Bu yüzden ağaçlar bize hep dost varlıklar olarak geldi. Dimağımızda, sadece bir ağacın değil de ağaçların, hatta ormanların hatırası oldu hep… Bir ağaç devrildiğinde onun hüznünü teskin edecek başka ağaçlar vardı. Ancak onların yokluğunun, semamızdan çekilip gitmelerinin bana çok hüzünlü geldiğini, içime derin derin işlediğini ancak şimdi duyabiliyorum.
Bir ağaç çok güçlü bir hatıra örgüsü burakıyor insanda. O, sadece mekânı güzelleştiren, ona hususiyet katan bir dekor değil; bizim sözlerimizi dinlerken yapraklarının hışırtısıyla bize iştirak eden; çayımızı içip lokmamızdan alırken leziz meyvelerini bize ikram eden; daha güzel serpilmek için itina ve bakım isteyen, geçen zamandan ve hatıralardan dem vurunca bir şahsiyet olarak hep kendisinden bahsedilen capcanlı bir şey olarak beliriyor.
Bir insanın bence tabiatla kurduğu en derin ilgi ağaçlar sayesinde mümkün oluyor. Ağaç, sahip olduğu tabiatın bütün bilgisini ve bilgeliğini en mütekâmil anlamda sergileyen bir canlı oluyor. Mevsimleri onun meyvelerinin bolluğu veya azlığı haber veriyor, yağmurun yağıp yağmayacını ise hışırdayan yaprakları… Bir ağaç soğuktan ürpermiş bir insan edasıyla titriyorsa bilin ki, biraz sonra gökyüzü bulutlarla kaplanacak ve ağacı neşelendiren bir yağmur yağmaya başlayacaktır.
Abazdağı da benim için birçok ağacın hatıralarıyla örülü bir sevinç sebebi idi. Burada ağaçlar belki hiçbir yerde olmadığı kadar insan kalbine bir tevekkül duygusu bırakıyor. Bu topraklar, ağaçsız düşünülemeyecek kadar onlarla bütünleşmişti. Bir ağacı meyve vermiyor diye tehdit edeni gördüm ama, bir ağaçla konuşanı, onu dinleyeni, onunla dertleşeni görmedim. İşte böyle bir şey olsa Abazdağı gibi muhteşem bir tabiatın bu iki kahramana -insana ve ağaca- nasıl zengin bir zemin, engin bir ufuk ve muhteşem bir dekor sunabileceğini hayal edebiliyorum. Böyle olsaydı eğer bunu bir yazıda değil, bir hikâyede veya romanda anlatmak isterdim.
Forrest Carter’ın Küçük Ağaç’ın Eğitimi’nde bir hadise anlatılır. Ondan burada söz etmek istiyorum. Bu olay büyükannenin küçüklüğünde geçmektedir: Büyükannenin babası Kahverengi Kanat bir gün, yakınlarındaki meşe ağaçlarının heyecanlandığını duymuş. Bir şeylerin olacağını sezmiş. Günlerce meşe ağaçlarının arasında gezinmiş, onlara dokunmuş. Ağaçlar hâlâ heyecanlı ve ürkek imiş. Daha sonra bunun sebebini anlamışlar. Birtakım işçiler gelip kesilecek ağaçlara işaret koymuşlar. Az sonra gitmişler. Sonraki günlerde de buraya yol açmaya başlamışlar. Babaannenin babası bir şeyler yapılması gerektiğini biliyormuş. Bütün Çerokiler bunda hemfikirmiş. Bir şeyler yapılmalıymış. Meşe ağaçlarının kesilmesine kimsenin rızası yokmuş çünkü…
En sonunda Çerokiler gün içinde işçilerin açtıkları yolları gece siperler kazarak bozmaya başlamışlar. Beyaz adam yolun bazı kısımlarına nöbetçi askerler koymuş. Ancak Çerokiler’in mücadelesine engel olamamışlar. Bir gün buraya arabalarla gelmişler. O gün genç bir meşe ağacı bir arabının üzerine yıkılmış, iki katır ölmüş ve araba da paramparça olmuş. Büyükanne “Bu çok iyiydi. Sağlıklı bir beyaz meşeydi ve düşmesi için hiçbir neden yoktu.” der.
Nihâyet beyazlar yenilgilerini kabul ederler ve çekilip giderler. Çerokiler, onlar gittikten sonra meşe ağaçları kurtulduğu için eğlenirler. Kendini genç olmasına rağmen feda eden meşe ağacı içinse hüzünlü şarkılar söylerler.
Büyükannenin Küçük Ağaç’a söylediği şu sözler bir ağacın sessiz sedasız bir hüznü gibidir: “Küçük Ağaç…” dedi, “Bunları kimseye anlatmaman gerekir, çünkü beyaz adamın olan bu dünyada onlara anlatmanın bir yararı olmaz, ama sen bilmelisin. Bu yüzden sana anlattım.”[1]
Biz de ağaçlar hakkında bunca şey söyledik. Halbuki, bir ağacı hissetmenin en iyi yolu onunla hemhâl olmaktır. Onun etrafa yaydığı anlamı toplayacak bir kalp ile ağacın yanında hatta gönlünde olabilmektir. Ve ayrıca büyükannenin söylediği gibi şimdi bunları beyaz adama uzun uzun anlatmanın bir yararı yoktur.