Hayat nelere sahip olduğumuza değil, hangi duyguları yaşadığımıza ve hangi düşünceleri taşıdığımıza bakar. Biz bir duyguyu yaşamak için buradayız. Bize kalan şey de o zaten. Tecrübe ettikçe ve duyguyu tattıkça var oluyoruz.
Bu her zaman mutluluk verici bir şekilde gerçekleşmez. Yani bedenimizdeki bir yaranın acıyarak varlığını hissettirmesi gibi ruhumuz sıkılarak, kalbimiz hüzünlenerek kendi varlıklarını duyurmaya çalışırlar.
Ne kadar sıkılıyorsak özümüze dönmeye o kadar ihtiyacımız var demektir. Bu basit bir çağrı değildir. Hele insan gibi İlâhî bir varlığın özünden yükselen talepler iyi anlaşılmalıdır. Artık kalbin ve ruhun taleplerini görmezden gelemeyiz. Yoksa huzursuzluğun artması işten bile değildir.
İnsan kendini dinlemeli. Bu, öyle yalnız kalmak şeklinde de olmayabilir. Burada artık insana bir şeyi şart koşmak biraz zordur. Fakat bazı metotlar vardır. Bunlardan herhangi birisi meşrebe göre daha çok anlam kazanır ve öne çıkar.
Sonuçta bu dünyaya hep birlikte anlamı yaşamaya, duyguyu hissetmeye geldik. Bu yüzden insan söz konusu olunca duygu, anlama ve düşünme öne çıkar. Esasında insan da bunlardan ibarettir. Fakat zaman içinde bunların yerini maddî şeyler almaya başladı. Duyguyu yaşamak yerine sahip olmak, tefekkür yerine gösteriş, mânevî zenginlik yerine maddî refah tercih edilir oldu. Yaşanması gereken bir süreç vardı, o yaşandı. Fakat o süreç gönül zenginliğinin ve huzurun hemen her şeyden daha önemli olduğunu bize acı da olsa öğretmiş oldu. Nihayet artık duygunun, düşüncenin, anlamın, gönül zenginliğinin daha öne çıkacağı zamanlar geldi çattı. İnsan, doğa ve eşyanın beraber olacağı, aynı mânâda buluşacağı zamanlardayız artık.