İhtiyarlar neden hatıralara böylesine çok sığınırlar bilir misiniz? Bence hayat kelimelere sığacak kadar durgunlaşır ve bir sükûnete erişir de ondan. Bu durum onları hatırlamaya daha çok iter, bir bakıma insanın yaşadıklarıyla tekrar buluşması keyfiyeti başlar kendinde. Etrafımızı saran sessizlik bizi bir yığın yaşanmışlığın orta yerine bırakıverir. Muhtemeldir ki, durgunlaştıkça bir şeyleri daha çok hatırlıyor insan; bir sükûnete eriştikçe dikkati koyulaşıyor.
Zamanla yüzümüzde yer edinen, fakat yeni zamanların hayatımızdan gitgide sildiği o samimî sessizliğin tarifi güçtür! Fakat anlamak ve hissetmek zor değildir. Birbirine bitişen zamanların bu mücessem şahitleri bir zincirin en müstesna halkalarından biri olabilirler. Onlara kulak vermek gerekir. Bir yığın maziden arta kalan fikir ve hayal perdesine bürülü hatıraları dinlemek, geçmişi onların dilinden anın bize verdiği nadir imkânlar ile yeniden yaşamak ve ihtiyarların gözlerindeki hasret yüklü hüzünleri okumak gerekir.
İnsan ihtiyarları dinlemeli. Onların sesine ve tecrübelerine gönül vermeli. Yaşadıkları hayatın kemalini birkaç sözle ifade edebilen bu yorgun ama ruhu capcanlı insanların bizlere anlatacağı şeyler var. Onlar vefayı, bilgiyi, aşinalığı, hasreti ve bir insanı hakikaten insanlık duygularıyla hemhâl kılan nice hâle sahipler. Yaşamasalar bile…
Ne kadar hercai yaşıyoruz. Tecrübe dediğimiz cevheri küçümseyen, devirler boyunca akıp gelen bilgiden habersiz, en mühimi de insan dediğimiz nihayetsiz bir ummanda biriken fikirleri hor gören şu insanlığın hâli ne kadar acınasıdır! Fakat bu tecrübeyi yeniden elde edebilmek için hâlâ geç değildir. Anadolu dediğimiz bu eşsiz ve çilekeş yurt, azıcık bile olsa bu kadim tecrübeyi yaşatan sessiz ve gösterişsiz bilgelerle doludur. Esrarlı dağların doruklarından dökülüp de hayata dönüşen temiz suların saf neşesini taşıyan bu ihtiyarların bin bir bereket tüten sözlerine ve hayatlarına hasretiz biz. Bir bilgelikle tahkim edilmiş duruşları, zamanı geçmişe bağlayan sözleri ve kalbimizi maddeden alıp manaya bürüyen irfanıyla onlar, kontrolsüz ve gayesiz bir şekilde yaşadığımız şu hayata mana katan bir rahmete ve hikmete vesiledir.
Yaşamak denilen ezelî arzunun ebedî bir maksadı olmalıdır. Bu manayı “huzur” kelimesinde bulurum en çok. Onu kimde ve nerede görsek, gönlümüzün o cihetlere ve o kimselere adeta yelkenlerini indirip de açıldığını duyarız. Ve böylece hayatımızın hep eksik kalmış yanını temsil eden bereketin, huzurun bunda ve bu zamanlarda saklı olduğunu düşünürüz. İnsanoğlunun kaybettiği bu huzuru, hiçbir zaman bulamayacağı şeylerde araması kaderin trajik bir gergefidir. Hayatın gayesini bütün doğruları ve yanlışlarıyla yeni bir günü bitirmek olarak algıladığımız zamanlardan beri ömrümüzü “bir varmış bir yokmuş” arasındaki o sonsuz boşluğa ve yokluğa hapsettik. Günleri her gün çıkardığımız elbiseler gibi en kıymetli fırsatlarla beraber rahatlıkla soyunuyoruz. Ne daimi bir huzur ne de yarına emanet edebileceğimiz bir tecrübe kalıyor elimizde. Hemen her şeyi çabucak tükenir hâle getirmeyi başardık biz! Sevgimizi, şevkimizi, bilgimizi, ömrümüzü…
İnsan dediğin herhalde biraz dinginleşmeli, etrafına kulak vermeli, düşünmeli ve tefekkürün derinliklerinde kulaç atmalı… Üstelik yaşlanmış, fakat bin bir bedel ödeyerek birkaç tecrübeyi zihninde damıtmış, talihsiz bile olsa çileli bir ömür sürmüş insanlara kulak vermeli. Bir hayatı bir tecrübeyle daha güzelleştirmek demektir bu… Buna değmez mi!
Ahmet Hamdi Tanpınar bir gün Erdek’e gitmek üzere evinde hazırlık yapıyor. İhtiyar ablası onu uğurlarken kardeşine “Taşa toprağa selam söyle” diyor. Bu söz Tanpınar’da öylesine müthiş bir tesir bırakıyor ki, yazar “Bu ihtiyar kadın nasıl bu korkunç sesi buldu?” demekten kendini alamıyor.
Bu ses o yaşlı kadının, kendi hayatından damıtabildiği bir tecrübenin bir anlığına boşlukta yankılanması mıydı acaba? Onu ısrarla kendisine çağıran bir bütünlüğün davetine acziyet dolu bir dahil oluş muydu yoksa? Nereden bilebiliriz! Fakat bu sözlerin bütün bir yaşama arzusunun ebediyete bürünmek isteyen tezahürü gibi veda yüklü olduğu hissediliyor. Belki de Tanpınar o kelimelerde, ezelden aşinası bulunduğumuz şeylerden ayrılırken kalbimizde feveran eden ebedî bir çığlığı duymuştur. Kim bilir!
Bence o ses yaşadığımız her andan arta kalan ilahî bir nasibin harflere bürünmüş tezahürüdür.