Kutsal metinler, destanlar bizimle hep sembolik olarak konuşur. Biz bu sembolleri düşünerek çözümlemeye çalışırız. En azından yapılması gereken budur. Fakat ne yazıktır ki, bu sembollerin müstakil bir gerçekliği varmış gibi davranılan bir süreçten geçiyoruz. Sembollere can veren, onların mânâsı demek olan asıl konu nedense çoğu kez görmezden geliniyor ve bu yapılan işe de “bilim” deniyor.
Dolayısıyla kadim metinlere, edebî eserlere yönelik yorumlar ya eksik kalıyor ya da yanlış oluyor. Söz gelimi Osmanlı Edebiyatı için ortaya konan yorumların çok büyük bir kısmı bu edebiyatın anlaşılmadığını, mevcut anlayışla da o metinlerin çözümünün mümkün olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Sadece Osmanlı Edebiyatı için mi? Daha başka milletlerden günümüze ulaşan metinlerin önemli bir kısmı sembollerin yorumlanamaması ve belki de şimdilik arzulanan bilinç seviyesinde olmamız yüzünden bize kapalıdır. Osmanlı Edebiyatı da bize anlam olarak kendini kapatmıştır. Alanın uzmanı geçinen ve akademik unvanlara erişmeyi marifet sayanların çok büyük bir kısmı bu edebiyatı anlıyormuş gibi gözükürler. Fakat anlayamaz ve bilemezler. Aynı durumun İslamiyet öncesinde teşekkül eden destanlar için de söz konusu olduğunu düşünüyorum.
Benzer bir durumun ve yoruma çok muhtaç bir konunun Oğuz Kağan’ın çocuklarının adlarında da karşımıza çıktığı görülür. Konu üzerinde biraz düşününce Oğuz Kağan’ın neden çocuklarına bu adı verdiği meselesi ortaya çıkar. Elbette böyle bir yazı içerisinde bu konuyu detaylı bir şekilde ortaya koyacağımızı söylemiyoruz fakat en azından bir mevzuya dikkat çekmek istiyoruz. Söylemek istediğimiz Türk Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi gibi alanlarda baş gösteren büyük mesele bir anlama krizidir.
Günümüzdeki bilim adamları derinlikli düşünmeyi büyük ölçüde terk ettiler. Özellikle pozitivizmin hâkim olduğu yakın zamanlarda geçmiş kavimlerin inançlarına, düşünce yapılarına saygı göstermediler. Yukarıda bu meseleyi söz konusu etmeye çalışırken bir örnek olmak üzere Osmanlı Edebiyatından bahis açtım. Sebebi, günümüzde alanın hocalarının bir kısmının Osmanlı düşüncesini yoğuran tasavvuf düşüncesini bilmemeleri, bir kısmının da buna düşman olmalarıdır. Bunlar Osmanlı şiirini yorumlarken bile çok komik hallere düşüyorlar. Ne yazık ki, bizler özellikle lisans üstü eğitim alırken sorduğumuz bazı sorulara cevap dahi alamadık. Sorularımız bazen görmezden bile gelindi. Bu, Osmanlı şiirinin anlam dünyasının günümüz akademik dünyasına kapalı olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu bahsi ayrıca inceleme ihtiyaç olduğunu söylemek isterim.
Buna benzer bir durumun Oğuz Kağan meselesinde de karşımıza çıktığını düşünüyorum. Âcizâne kanaatim Oğuz Kağan çocuklarına laf olsun diye o isimleri vermedi. Mutlaka bir bildiği, düşündüğü ve arka planı çok zengin şeyler ve durumlar vardı. Onun çocuklarına verdiği isimlerin içerdiği mesajlar bana kalırsa şimdiye kadar bize büyük ölçüde kapalı kaldı ve bunların üzerinde derinlikli yorumlar yapılmadı.
Biz burada öncelikle Oğuz Kağan’ın oğullarına verdiği isimleri hatırlayalım:
Dağ Han
Deniz Han
Yıldız Han
Gök Han
Ay Han
Gün Han
Bu isimlerin ardındaki mesajı düşünerek çözmek zorundayız. Acaba burada Türklerin kökenine mi işaret ediliyordu? Türklerin yeryüzü ve gökyüzüyle olan derin bağlarını içeren bir mesaj mı vardı burada. Kısacası Oğuz Kağan’ın bize söylemek istediği şey, bizlere vermek istediği mesaj neydi?
Konu üzerindeki yorumları tezyif edecek bakış açılarını görmezden gelip bu mevzu üzerinde durmak zorundayız. Hem burada bize yardımcı olabilecek başka unsurların da olabileceği, destanların arkasındaki mesajı belki böylece daha kolay bir şekilde anlayabileceğimiz göz ardı edilmemelidir.
Bilge Kağan’ın “Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan…” sözlerini de yeniden hatırlayıp üzerinde durup düşünme vakti gelmiştir belki. Ne demek Tanrı gibi gökte olan… Bilge Kağan o kadar zaman önce bu sözleri herhalde sırf laf olsun, birilerine mevzu teşkil etsin diye söylemedi!
Sözün burasında şunu söylemek istiyorum:
Şu, tarihî laf olsun diye yazıp çizmeden ne zaman vazgeçeceğiz, bize bunu zaman gösterecek. İnsanlığın yüksek bir idrake ulaşmalarının önünde duran engellerden birisi de tarih ve edebiyat üzerindeki “menem diğer nist” tarzındaki yaklaşımlar olabilir mi acaba? Bunun cevabını tertemiz vicdanlara ve arınmış zihinlere bırakıyorum ve zamanın tarihimizin derinlerine gizlenmiş mesajları anlama yönünde lehimize işlediğini düşünüyorum.