İnsanın yaşadığı mekanı, çevreyi tanımak istemesi işin özünde onun kendini anlamaya çalışmasıyla ilgili bir husustur. İnsan kendi özüne ne kadar yönelirse dış âlem bize o kadar açılır. İç âlemi ihmal edip de dışarıda huzur, bilgi ve tatmin bulmanın pek de bir imkânı yoktur.
Bunu şöyle izah edeyim: Bize aksettirildiğinin tersine yaşam içeride devam eder. Dış âlem ve gerçeklik dediğimiz şey içeride olup bitenlerin görüldüğü vitrinden başka bir şey değil esasında. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Diyelim ki, bir yapımcı bir film yapmak istiyor. Bütün bir süreç önce tasavvurda, zihinde ve gönülde başlar. Hatta tamamlanır. Bütün bir film, yapımcının, yönetmenin, senaristin tasavvurunda bulunan şeylerin görünmesinden, maddî olana bürünmesinden ibarettir.
Bu dünya sistemi de aynen buna göre kurulmuş. Neyi görüyorsak, neyi yaşıyorsak ona biz talip olduk. O şeyin gerçekliğini içimizde biz yaşadık önce. Geriye sadece onu realitede tecrübe etmek kalmıştı. Belki de yaşadıklarımız bundan ibaret. O yüzden Kenan Rıfai hazretleri "Halin ne ise müşteri sen oldun o hale" diye boşuna söylemiyor.
Bu sebepten dışarıda olup bitenleri, mekânı ve zamanı anlamanın en kestirme yolu kendimizi anlamaya çalışmaktan geçer. Bu o kadar ve söylendiği gibi kolay bir şey değil. Farkındayım. Ama bundan başka da bir çaremiz yok.
Biz buraya kendimizi anlamaya geldik. İç âlem dış alem hepsi biziz. Hoşlandığımız da bizde hoşlanmadığımız da... Yunus Emre'ye kulak verelim burada: "Hakkı gerçek sevenlere cümle alem kardeş gelir."
Dışarıda bir düşman görüyorsak o önce içimizde gizlenmiştir.