“Bir yığın mâzî ile çıkageldi.” Başında kasketi, omzunda iyiden iyiye eskimiş kahverengi ceketi, yırtık pantolonu, fışır fışır eden bir radyosu ve kucağında nasıl tutacağını bilmediği değneği ile bir süre ortada dolandı durdu. Gözlerimi onun üzerinden çekememiş ve bu meçhul yolcuya büyük bir merakla tutulup kalmıştım.
Bu tuhaf adam, dayanılmaz bir ağırlıkla beni hayatının içine ve bir anda bulandırdığı şu zamanın simsiyah derinliğine çektikçe çekiyordu. Hikâyesini sırtında taşıyan insanlara has, vurdumduymaz ve sâde tavırları, mâziden zamanımıza intikal etmiş bir davet gibi cezbediciydi. Peki, kimdi bu adam?
Şaşkındım. Her şeyin bir âhenk içinde işlediği şu zamanda böyle bir adamın ne işi olabilirdi? Ait olduğu yer burası değildi onun. Hem, böyle pervâsız ve bu kadar rahat olma hakkını da nereden alıyordu? Hâsılı, bu cüretkâr zaman kaçkını çok ilgimi çekmişti. “Hey” diye çağırmak istedim birden.
“Senin burada ne işin var?”
Kendimi tuttum. İçimden geçenler dilime intikal etmedi çok şükür.
Fakat ona bakmaya, ayıp olduğunu bile bile tavırlarını incelemeye devam ettim. Kendimi ondan çekip kurtaramıyordum. Bu kadar sade bir akışın içinde tersine giden bir şeyler, böyle âsûde bir düzenin kucağında bir düzensizlik, fakat insanın ilgisini kendi üzerinde toplayan bir hâl vardı. Hikâyesini sırtında taşıyan bu mâzi firârisine bakmaya doyum olmuyordu doğrusu.
Üzerinden dökülen yokluğun, geçip giden şu varlığa en güzel bir cevap olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zamana bir ebedîlik çeşnisi gelmişti sanki. Koca bir geçmişi sırtına yüklenmiş şu herif bir yana, telaşla tükenen ve enkaz altında kalmış gibi can sıkıntısıyla infilak eden bu kararsız zaman bir yana idi. Kimdi bu adam Yarabbi?
Ona bakmaya devam ediyordum. Küçücük yüzünde, belli belirsiz seçilen gözleri kaybolmuş gibiydi. Sakalları çehresine kopkoyu bir ifade veriyordu. Ait olması gereken bir geçmişi sürüklüyordu peşinden. Zaman ona yetişmek istiyor, o ise dönüp de iltifat etmiyordu sanki.
Kendime ısrarla sorduğum sorulardan biri de şuydu: Bu adam gücünü, bu istiğnasını nereden bulmuştu?
Etrafına doğru genişleyen, ancak bilinmez bir nihayette şimdiye ulaştığını sandığım bir geçmişe hapsolmuş gibiydim. “Hâl” dediğimiz o pek meçhul şeyden ipince bir zarla ayrılmış durumdaydım. Elimi uzatıp tutamadığım bir dal gibi çıldırtıyordu bu durum beni. Kim kurtarabilirdi beni buradan?
Bütün olanların sebebi işte bu adamdı! Nerden bulmuşsa getirmişti koskoca mâzîyi. İnsan biraz dikkat etmeliydi, değil mi! Zamana karşı hassasiyeti olanlar bulunabilir. Maazallah, üzerine bir yığın geçmiş boca edilen herkes benim gibi işte böyle tahammül edemeyebilir.
Ben kendimle hesaplaşmaya devam ededurayım, gözlerim hâlâ onun üzerindeydi. Döküp saçtıklarına baktım bir ara. Bir yığın zaman parçacıkları. Sonra, çocukluğumdan arta kalan hatıra kırıntıları gibi kalbime batan bir sürü şeye tesadüf ettim onda. Şaşırmadım. Beni böyle etkilemesinin, elimi kolumu bağlamasının sebebini azıcık da olsa anlamaya başladım.
Benim kendisini izlediğimi fark etti mi acaba? Pek sanmıyorum. Bu kadar bigâne olabilir mi insan? Etrafını görmezden gelebilir mi? Bir an dönse, anlamak istediğim bir yığın ve sımsıcak sebebin başımdan aşağı döküleceğini düşündüm. Ama hiç dönmedi. Meçhul bir boşluğa baktı durdu öylece.
Neler devşiriyordu zamanımızdan. Yabancısı olduğu şu âlemden ne alabilirse götürmek için gelmiş muhtaç bir yolcuya benziyordu. Aldıklarını omzuna yükleyecek ve ait olduğu geçmişe dönüp gidecekti. Peki sonrası? Onu bilmiyorum.
O sıra bir delilik geçti aklımdan. Yanına gidip onu yaka paça tutacak ve “Bu kadar mâzîyi nereden buldun, kimden aldın, sen hangi cüretle zamana kafa tutabildin be adam!” diye sormak geçti içimden. Bu çılgınlığı yapabilir miydim? Belki… Ama yapmadım. Görenler benim “deli” olduğumu düşünebilir, en kötüsü de bir kepazelik yaşanabilirdi. En iyisi, sakin olup hiç konuşmadan onu izlemek ve meseleyi anlamaya çalışmaktı.
Bir an yaptığım şeye inanamadım: Beni çılgına çeviren bu adama doğru hızla yürüyordum. Yanına varınca birden durdum. Kendimi tutmalıydım. Yoksa hakikaten iki elimle bu adamın yakasına yapışacak ve onu sille tokat dövecektim. Artık tahammülüm kalmamıştı. Fakat kaynağını pek bilemediğim o gizli akış beni yine olduğum yere çiviledi. Şimdi de iki metre uzağında onu seyretmemi ve belki de anlamamı bekliyordu. Ve sonra sabırla, hem de yakınında durarak dik dik ona bakmaya devam ettim.
Günler, aylar, yıllar toz zerreleri gibi birikmişti üzerinde. Ufacık cüssesi buna nasıl tahammül edebildi? Uzaktan pek belli olmayan, ancak yanına yaklaşınca fark edebildiğim kamburunu görünce onun bir masal kahramanı olduğuna artık iyiden iyiye kanaat getirmiş bulunuyordum. Hiçbir ifadeye oturtamadığım davranışlarının sebebini de anlamış gibiydim. Bu adam Binbir Gece Masalları’ndaki Şehrazat’ın anlattığı sultanlardan birinin cücesi, Keloğlan’ın masal arkadaşlarından biri yahut geçmiş zaman hikâyelerinin birinden fırlamış gelmiş bir kahraman olmalıydı.
Saçmalıyordum.
Biraz sonra “hâl”e yayılmış mazi kırıntılarını çekip alan, beni yine yaşadığım zamana kavuşturan bir şey oldu. Bir araba geldi ve onu alıp götürdü. Eşyanın üzerini bir şal gibi örten geçmiş birdenbire kayboldu. Tereyağından kıl çeker gibi maziyi “şimdi”den çekip alan ve ardına bakmadan çekip giden bu adam, beni büyük bir dertten kurtarmıştı şimdi. Rahatlamış ve kendime gelmiştim. Nükseden mazi hastalığımı teskin edebilmenin huzuru içinde artık hayata kaldığım yerden devam edebilirdim.