Akşam demek hüzün demek. Gün batımında duyduğumuz hüzünler hasretle sarmaş dolaştır. İnsan böyle vakitler neyi özlediğini bilmeyen hüzünlü bir yolcu gibidir. Aslında burada neyi özlediğimizi merak etmekten ziyade doya doya yaşadığımız ve içimizde onu hissetmekten garip bir neşe duyduğumuz ve insanın mutlak hâli demek olan bir hüzünle dolarız biz.
Hüzün derken elbette yaşama sevincimize zarar veren bir hâlden söz etmiyorum. Belki hayata anlam katan bir keyfiyetten bahsediyorum. Hayatın anlamı üzerine derin derin düşündüğümüz bir zaman dilimidir bu.
Yaşamı daha anlamlı kılan hâller hep bir hüzün elbisesiyle gönlümüze dolmaz mı ve biz hüznü en derin şekilde akşamın ve gecenin bir vaktinde hissetmez miyiz? Çünkü hava kararmaya başladığı vakit bizler daha çok içimize yöneliriz. Batan gün ve yavaş yavaş her yeri kaplayan karanlık aslında hüznü de beraberinde getirmektedir. Herhalde bu sebepten hüzün ve akşam iyiden iyiye beraber düşünülür olmuş.
Gün akşama döndüğü gibi insan da kendi içinde hep hüzünlere dönük yaşar. Sorduğu sorular, anlamaya çalıştığı şeyler ve çözmek istediği meseleler vardır. Bunun için en müsait vakitler sanırım akşam ve gecedir. O zamanlar biz adeta saf bir hüzün hâli içinde oluruz. Gün, düşünmek ve anlamak üzere içimizi hüzünle doldurmuş ve sonra çekip gitmiş gibidir.
Akşam olunca insan sanki ebediyyen bir hüznü yaşamak için bu dünyaya geldiğini zanneder. Yürüyüp giden insan, geçip giden zamanla beraberdir. Bir ayrılık ve hasret hâlidir bu.
Sonuçta akşam olunca içimize dolan o hüzün hâli, var oluşumuzu çok derinden besleyen, eşyadan ve olaylardan bize kalacak olan şey demektir. Bu yüzden insan hüznünü sevmeli. Çünkü hüznünü seven insan, yaşadığı hayatı da sever.