Bir güç, visâlin kıymetini anlamak için bizi uzun bir yolculuğa çıkardı. Bu yolculuk ne zaman bitecek; kaç sene, kaç bin sene, kaç milyon sene devam edecek bilmiyorum. Bilseydim belki bunları yazmaya ihtiyaç bile duymazdım. Sanıyorum burada Âşık Yunus’un “Ya ben öleyim mi söylemeyince” sözlerindeki hikmet gizli… Firak derdiyle inlememizden hoşlanan bir şey var. Firkatimizi bir tefekküre ve sevgiye bürüyence iş daha güzel oluyor sanki. Abazdağı da benden bunu, yani o tefekkürü istiyor. Ayrı gayrı olduğumuz zehâbını yaşarken ve bundan dolayı ben mahzun olurken kendi kendine işleyen bir vuslat demini de yaşatır gibi oluyor bana.
Yalnız bir şey var: Bunca ses, görüntü, koku içe yönelmeye bir yerde mânî olabiliyorken bu eşsiz tabiat köşesinden ve bunlardan uzaklaşmak da içe dönmeye bir vesile oluyor. Ağaçları, kuşları, bahçeleri, kokuları, akarsuları özledikçe ve bunlar iç âlemimizde belirdikçe çokluktaki vahdeti, zamandaki ânı hissetmeye başlıyor insan. Bu durum, insana şunu da düşündürmektedir: Bir şeyi içimizde hissetmek istemenin yolu ondan uzaklaşmaktır. Vuslat ve kıymet, gurbetin varlığına bağlıdır. Abazdağı’ndan uzak kalmak ve bir gurbet hissi, bir bütünden ayrılan insanın endişelerini de anlamama yardım etmektedir.
Bu düşündüklerimi, bana bazen ıstırap bazen zevk veren gurbetimi ve nihayet Abazdağı’na duyduğum minnettarlığı elbette ondayken yazamazdım. Bunları yazmam için beni gurbetlere saldı, sonra dürtükledi ve teşvik etti. Benden, kendisini anlamamı istedi. Ondayken bulduğum bütün bir huzurun zevkine beni ancak gurbette onu özlerken erdirebildi. Bir de bana şunu söyledi dağ:
“Özlediğin her şey bir aslı, asıl özleneni işaret ediyor. Dağ bir fikirdir ki, onu da aşmalısın, asıl özlediğini bulmalısın. Bende yaşadığın zamanları nasıl ki gönlünde ve bir ‘ân’ içinde bulabiliyorsun; işte seni sonsuz bir boşluk fikri içinde perişan eden zamanları da o ‘ân’ içinde yok edip ândan visâle yol almalısın! Tıpkı evvelki demde olduğu gibi, tıpkı yine olacağı gibi, kim bilir belki de şimdi olduğu gibi…”
Giderek daha iyi anlıyorum ki, gidilecek bir vatanın (belki dönülecek bir İlâhî şuurun) varlığıyla yaşamak insan motivasyonunun en mühim kaynağıdır. Bir gün oraya döneceğimiz ümidiyle yaşıyoruz, en karmaşık eylemlerimiz ve duygularımız böylece bir zemine oturuyor, hatta sükûnete kavuşuyor. Bu, zannediyorum ki, hakikat iştiyakımıza da iyi geliyor. Hiç kavuşamayacağımız düşüncesiyle yaşamak korkunç olurdu ve insanı herhalde hayattan kesip koparırdı.
Öyleyse ayrılık, gayrılık, gurbet bunların hepsi kendimizi, özümüzü, orijinimizi daha iyi tanımak, duymak, bilmek için yaratılmış kelimeler ve hâller… Ve aslında hepsi de bir iç yolculuğuna işaret etmektedir. Sevdiğiniz yerlerden ve kişilerden uzaklaştıkça onlar içinizde var olmaya başlamıyor mu? Özlemek hep hatırlamak değil mi? Dâima hasret duyduğumuz kişilerle ve mekânlarla birlikte yaşamaz mıyız? Onları hep içimizde bulmaz mıyız? O hâlde bu ayrılık dediğimiz, visâlin ta kendisi olmuyor mu?
Dağdan ayrılış da öyleydi. Abazdağı’nı bu, ondan ayrılış demlerinde tanımaya başlar, içli bir sükût ile onu daima tefekkür ederdim. Onu içerimde bulmaya başlardım yani. Bir şeyin maddesi gözümüzün önünden yok olunca mânâsı var olmaya başlıyor. Bu aynen bir sevgiliyi özlemek gibi, bir dostun sohbetini arzulamak gibi… Özledikçe içimizde var olmaya başlayan bütün şeyler bizi yeterince pişiren bir gurbet ve ayrılık ateşinden sonra hâkikatiyle var oluyor. Ancak bu visâli önce zaman fikrinden bir ân fikrine taşımamızı, içimizdeki iştiyakın gözle görünenin bir devamı hatta hakikati olduğu şuurunu yaşamamızı bekliyor sanki…
Öyleyse madde zaman, mânâ an gibi geliyor bana… Zamana intikal eden her şey yok olucu, âna yaklaşan şeyler ise varlığını bizde devam ettirici olmaya başlıyor. Yalnız bütün düşünceler ve varlığın yolculuğu insanda kemâle erdiği gibi bir gurbet fikri ve bütün zamanları içinde bulabileceğimiz bir “ân” düşüncesi de insanda var olmuş oluyor. Daha da ilginç olanı büyük bir “yanılsama” olduğu hep söylenegelen zaman, “ebedîlik” ve “hiç geçmeyecekmiş” görüntüsü altında yokluk; ân ise yokluk görünümünde bir ebedîliktir. Hatıra ve özellikle hatırlamaktan mutlu olduğumuz şeylerle “ân”a yaklaşıyoruz biz.
Bunları onun sayesinde duyuyorum. Abazdağı nasıl ki, bu müthiş tabiatın içinde yeşilin mertebeleri ise benim için her hâliyle mânânın da mertebeleridir. Her şey gibi o da sevilince hissettiriyor bunları.