Karşu yatan kara dağlar esen olsa il yayılur
Kanlu kanlu sular esen olsa kanın daşar
Dede Korkut
Dere, Abazdağı’nda taşların üzerinden yosunları okşarak, ormanların içinde ferahlayarak akar durur. Yazın suyu cılızdır. Yağmurun bol olduğu bahar aylarında neşesine, zevkine, berraklığına diyecek yoktur. Bizi de neşelendiren bu dere, suyunu içtiğimiz bu dere ve arınıp yunduğumuz bu deredir. O, durmadan çalıştığımız bu yerde hemen yanı başımızdan gelen bir fon müziği gibi şevkimizi daima besler.
Suyu olduğunda burada zamanın varlığının tek nişanesi de o olur. Abazdağı’nda vaktin geçtiğini onunla anlarsınız. İşte bu taşları döğe döğe ırmağı ve nihayet Karadeniz’i arzulayan dere bize burada akıp geçmekte, yitip gitmekte olan bir zamanı haber vermektedir. Onda dîdâr görmüş olmanın hazzı vardır. Arı duru suyundan alınan abdestlerle ve ağ alınla beş kelime kılınan namazlarla gönlü ferah fahur bir mümin edasındadır.
Fakat dere benim için bir ufkun devamı ve sonudur. Dağlarda akan, devam eden, bir yerden başka bir yere ulaşan tabiat ve yüce dağlar derelerde başlar, derelerde son bulur. Dereler, dağların; içinden hayatiyet akan damarıdır. Bir besleyici güçtür dereler. Dağlar nasıl ki ufukları beslerse dereler de dağları besler ve onları yüceltir. Halbuki ırmak dereler gibi değildir. Korgan’dan kopup gelen suyu ile dağ silsilelerini gezer, vadiler açar, dereleri kendinde toplar, bir vuslat türküsü söyleye söyleye denize doğru günlerce akar durur.
Dere benim için ayrıca bir korku kaynağıdır. Belki Şükrü Amcamın başından geçenlerden ötürü… Kim bilebilir… Bu kadar otun ve dikenin arasından neyin çıkacağı pek belli olmaz. Orada bir ejderha büyüklüğünde yılanların olduğu da rivayet edilir, yukarıdan yuvarlanmış geçen seneden kalmış bir fındık çuvalının da… Bunu bilemezsiniz. Bu yüzden o bu coğrafyada yer yer ürkütücüdür. Ancak ormanın içine girdikçe derenin hâli de değişir. Burada üzerinden yosun dökülen kayalara vuran gölge, yaprakların dingin hareketleri, ormanın serinliği, gazellerin rayihası, nemli toprak, kurumuş dallar ve ağaç gövdeleri ve her dâim yenilenen ormanın hayatiyeti derenin buradaki hâkimiyetini size iliklerinize kadar hissettirir.
Buradayken, Anadolu’nun birçok yerinde derelere neden “öz” dendiğini anlamaya başlarsınız. İnsanın özü nasıl ki kendisini yapan, hayatına şekil veren karşı koyamadığı bir kuvvet ise, burada dere de tabiatı yapan bir güç hâline gelir. Bir dağın ve ormanın nasıl bir yer olduğunu, dağdaki mevcut sesleri ve kokuları, bunların varlığını belli etmek isteyen kesafetini bu dağların içinden akan derelerden anlarsınız. Bir dağın bütün hususiyetleri ve canlıların bütün cümbüşü bu derelerde birikir. Dağ, hatırayı canlı tutan bir hafıza ise dere onu besleyen bilgidir. Dağ bir deniz gibi engin bir şeyse dere bu deryayı besleyen bir kaynak hüviyetindedir.
Bu, Abazdağı’ndaki dere için de böyledir. Belki “dîdâr görmüş” olmanın, onun hakkında sâir varlıklara aşıladığı bir hürmet duygusu yüzünden ona büyük bir saygı beslenir. Derenin toprağa, taşa, ağaca, börtü böceğe işleyen hayatiyetini, tesirini ve nefesini duymak burada pek mümkündür.
Gelin, bu yazının sonunda Abazdağı’ndaki dereye ve hem dahi dağa Dedem Korkut’un dilinden şu duayı edelim: “Karlu kara dağların yıkılmasın, gölgelice kaba ağacın kesilmesin, kamın akan görklü suyun kurumasın, kâdir Tanrı seni nâmerde muhtaç etmesin…”