Abazdağı'na geldik. Derin bir sakinlik ve dinginlik var doğada. Yağmur sonrası olduğu için dereler biraz coşkun. Ormanların koynunda akıp duran suları avuçluyorum. Kuşların sesi daha neşeli ve derinden geliyor. Bu ârifâne sessizlikte muhteşem bir huzuru tadıyorum.
Bu sene yağmurlar çok yağdı. Ondan olsa gerek kopkoyu bir yeşillik var her yerde. Kestane ağaçları çiçek açmış. Yer yer çilekler gözüküyor. Toplayıp yiyorum. Hatta bir kiraz ağacının dalından kiraz alıp tadıyorum. Papatyaların o mayhoş kokusu geliyor burnuma. Gökyüzü bulutlarla kaplı. Yağmur ha yağdı ha yağacak... Biraz sonra serpiştiriyor mübarek. Ben de çalışan kürün motorlarına karışan kuş seslerini dinliyor ve bu satırları yazıyorum.
Yaşamak nedense yazmayı gerektiriyor bende. Yaşadıkça yazıyorum. Abazdağı'nda yaşadığımı duyuyorum. Çünkü burada zamanlar birikmiş, ömürler geçmiş, duygular ve düşünceler dolmuş gönüllere.
Abazdağı'nda zaman sessiz ve derin akıyor. Onu yüreğimle dinliyorum. Her şey hatıralara bürünüp de geliyor. Bütün mesele bunu anlamak ve hissetmek. Anlamaya çalışan insana tabiatın çok derinden bir sevgiyle yöneldiğini en çok Abazdağı'nda hissediyorum. Bu yaşlı dağ, yeryüzünün kadim devirlerini yaşamış bilgeleri gibi bana türlü güzelliğini, yaşadıklarını, yaşattıklarını anlatıyor. Bu yüzden Abazdağı'nda sükût edip sessiz kalabilmek onu dinlemek demektir. Ben de öyle yapıyorum.
Abazdağı'nda zaman sessiz ve sakin akıyor. Geçip giden vakitler hatıraları getiriyor dimağına. Değişen bunca şeyin arasında değişmeyeni anlamak ve duymak bu dağda daima mümkün. Bunu seziyorum.