Ben, bende bir yolcuyum. Kendimden kendime yürüyen bir seyyah. Kendimce intibalarım, seyirlerim var. Kendi aklımca gördüğüm şeyler, yorduğum düşler var. Herkes gibi uyanmamış yahut uyanmak isteyen bir sonsuzluk taşıyorum içimde. Yazarak, anlamaya çalışarak, düşünerek, yürüyerek; gezdiğim, keşfetmeye çalıştığım bir dünya burası. Dışarısı gelip geçici. İçerisi ise sonsuz. Hem öyle hem de cazip. Türlü vesilelerle anlamaya çalıştığım bu iç âlemine en çok da olayların ve insanların sevkiyle yöneliyorum.
Bir ebediyeti arzu ettiğimiz dünya hayal kırıklığından başka bir şey değildir. Hâlbuki her şeyin gelip geçici olduğu hissiyle yaşamak ve ân içinde bize düşen nasibe razı olmak hayatı anlamlı ve zevkli kıldığı gibi yaşanabilecek hayal kırıklıklarını da en aza indirir. Fakat usta bir öğretici olan dünya er geç yaşamın maksadını bize duyurmada çok iyidir. Amaç ona sahip olmak değil, yürüdüğümüz hayat yolunda kendinizi anlamaktır.
Dışarıda aranan her türden cennet hayâli bir gün hüsran ve kederle sonuçlanıyor. Çünkü aslı yokluk olan bu kadar şey hiç bir kararda durmaz ve hâlden hâle geçer. Değişmeyen, hep sabit kalan tek şey değişimin kendisidir. Bu bize insanın kendisinin de değişmesi gerektiğini söyler. Bakışlar dışarıdan içeriye, eşyadan öze yönelmelidir. İnsan konuşmaktan sükûta dönmeli ve anlamlı bir sessizliği içinde duyana kadar kendinde yürümelidir.
Hayatın, yaşamın, varlığın kaynağı yokluk olduğuna göre insanın da er geç bu meseleye yönelmesi kaçınılmaz gibi duruyor. Bizimkisi de o hesap... Kendi kendimize, zaten yüzünü gösteren dünyadan ve onun bitmez tükenmez dedikodu ve kavgalarından uzakta, sâkin ve derin, ille de bir mânâyı ve sevgiyi duya duya kendimizi anlamaya çalışmaktan ibaret hayatımız.
Nihayet herkes bir yolcu. İstesek de istemesek de durum böyle. Önemli olan bu yolculuğu, bu seyri mânevî zevkle yürütebilmek. Elbette bir de yolculuğun farkında olarak... Bu farkındalık bizde olursa karşılaştığımız her şeyin geçip gidici olduğu hakikatini teslim etmekle beraber ondan bize yansıyan anlama ve nasiplere de derinden derine uzanmış oluruz. Hem bu durum âdeta ontolojik bir huzur ve şükür hâli demektir. Mesela bir meyve ağacının yanında elbette sonsuza kadar durmayız. Fakat oradan geçerken lezzetine vararak bir meyvenin tadına bakmak evrenin sonsuzluğu içerisinde insanı, ağacı, meyveyi var eden zevki de yaşamak demektir. Böylece o meyve ağacı hakikaten var olmuş olur. Çünkü amacı bir insana meyve vermek olan varlığı huzurlu ve mutludur artık. İşte o ağaçtan var olan huzur hâli insana yansıdığı gibi nihayet onda da evrene yayılır.
Bu her şey için böyledir. Bir şey ne için yaratılmışsa onun için var olur. Meyvesinden tadılan bir ağaç nasıl mutlu oluyorsa dünyaya geldiği andan itibaren hep bir mânevî yolculuk hâlinde olan insanın, kendi iç seyrine ve dolayısıyla özüne dâir anlamaları da onu çok derin bir mutluluk hâline sevk eder. Bu bir farkındalıktır. Bu yüzden insanları yolculuğunun farkında olanlar ve olmayanlar diye iki grupta düşünmek mümkündür. Fakat her dâim bir seyrin içinde olmak ve de İlâhî idrakin çeşitli mertebelerini temsil etmek hasebiyle insanlık bir ve bütündür. Bu yüzden hayatı anlayanlar her dâim yolda olan bu varlığa gerçek anlamda yardım etmek ve onu mânen yükseltmek isterler. Kötülük şöyle dursun, elinden gelemeyen iyilikler için dahi böylelerinin bazen gözyaşı döktüğü bilinir.