Yazılanlardan ziyade yazılmayanlar daha çoktur. Coşkularımızı her zaman yazıya dökemeyiz. Duyulan her ilham ille de mısralara dökülmez, yazıya dönüşmez. Bizim yazıya geçmemiş ne acılarımız, ne gözyaşlarımız, ne sancılarımız vardır! Yazılandan çok yazılmayanlar söz konusudur bu âlemde. Yazılmak istense bile yazılamayacak olanlar vardır. Esasen yazılanların da yazılamayanların yanında devede kulak kaldığını söylemek gerekir.
Bir şeyin yazılması konunun enine boyuna anlatıldığı anlamına da gelmez. Bazen konu, asıl anlatılması gereken şeyler söz yığınlarının içinde kaybolur. Bazen de konu bambaşka bir yere gider. Zihinleri karmaşık olanların üslûbu berrak olmaz. Bazen de üzerinde ısrar edilen üslûbun konuyu etraflı bir şekilde anlatmada çok yetersiz kaldığı görülür. Akademik üslup gibi. Söz gelimi bir şairin şiir dünyasını anlamak ve anlatmak istiyorsunuz. O kadar laf yığını arasında şairin gerçek meramı çoğu zaman kaybolur, şiirin anlamı ve şairin iç dünyası belirsizleşir. Onun, yazdığını niçin yazdığı anlaşılmaz. Dolayısıyla yazma istediklerimize, mevzuyu anlamaya ve anlatmaya, burada tercih ettiğimiz üslubun kendisi izin vermez.
Sözün özü yazılanlar, yazılabilenler yazılmayanların yanında pek azdır. Yazamadıklarımız, yazılamayanlar vardır. Yazmak istemediğimiz vakitler, yazmayı istediğimiz zamanlardan daha çoktur. Bu hep böyle olacaktır. Çünkü yazmayı bırakıp iç âlemimize çekildiğimiz zamanlar artık daha cazip, daha çekicidir. Çünkü söylemek isteyip de söyleyemediklerimize, yazmak isteyip de yazamadıklarımıza orada kavuşuruz. Onlarla böyle buluşuruz. Bu yüzden samimi bir şekilde kendi iç dünyalarına çekilenler yazarken elde ettikleri huzurdan daha fazlasını bu vakitlerde bulurlar. Çünkü iç âlemimiz bildiğimiz, hissettiğimiz, yaşadığımız ve duyduğumuz şeylerin özgürce var olabildiği bir âlemi bize cömertçe sunarken bunların varoluşunu sınırlandıran şeylerden de bizi uzak tutmaktadır.