İnsan, kendi içinde derinleştikçe içeriden ve dışarıdan mutlak bir yalnızlıkla çevrili olduğunu hissediyor. Düşüncede ve duygularda derinleşmek, kendimizi tanımayı istemek; yavaş yavaş varlığımızdan ve var görünen bütün bu şeylerden soyutlanmak anlamına geldiğine göre bundan doğal ne olabilir!
Bu yalnızlık elbette ontolojik bir mahiyet taşır. Bir adada yapayalnız yaşayan insanın yaşadığı uzlet hâlinden çok daha derin, kuşatıcı ve kapsayıcı bir yalnızlıktır bu. Etrafımızı dolduran ve bizi çevreleyen olaylar, şeyler ve insanlar aslında bir denizin dalgaları gibi hareketli ve değişken olmaya başlar. Bu durum o zamana kadar hep böyleydi de o sonsuz ve mutlak yalnızlık hâli bunun böyle olduğunu bize yaşatarak ve daha net bir şekilde göstermiştir.
Bu yalnızlığı hissettikten sonra hayat dediğimiz süreç, kalabalık bir şehirde yapayalnız yaşarken içselleştirdiğimiz bir yalnızlık hâli gibidir. Görüntüler, olaylar ve özellikle de insanlar bu ontolojik yalnızlığı derinleştirmekten başka bir şey yapamazlar. Bu, etrafımızda hiçkimsenin olmamasından oldukça farklı bir durumdur. Tam aksine yığınla kalabalığın arasında bile dipsiz derinliklere doğru genişleyen bu yalnızlık bizim bu evrendeki mutlak hâlimizdir. Yaşamı anlamak üzere kavuştuğumuz oldukça sağlam ve belki de aradığımız bir zemindir bu. Hayata yüklediğimiz bütün anlamlar bu ontolojik yalnızlık üzerinden şekillenir.
Bu yalnızlık hâli ilk başlarda derin hayal kırıklıkları, dipsiz kederler, uzun süren hüzün hâlleri ve her ânımızı dolduran uzun soluklu tefekkür demleriyle beslenirken bu sefer o, bizim ayaklarımızı üzerine bastığımız bir zeminin adı olmaya başlar.
İnsan mutlak yalnızlığını duymaya başlayınca içeride bir yokluğu da hissetmeye başlar. Bu insan halbuki var olmaya çalışarak, varlığa sahip olduğunu zannederek aslında hayatın dağdağası içinde yok oluyordu. Şimdi ise yokluk fikri içinde yepyeni anlamlar ve bambaşka dünyalar keşfetmeye başlamıştır ve artık bir sonsuzlukta böyle var olmaktadır.
Bizdeki bu yalnızlık hâli evrenin yalnızlığına benzer bir hâldir ve bunu sadece içinde aynı duyguları yaşayan başka bir insan dizginleyebilir. Çünkü böyle hislerin bir sonu olmadığı gibi yalnızlık hissi insanın bütün varlığını, düşüncelerini ve duygularını yutan bir mahiyet de elde edebilir. Böyle birine kolaylıkla kim tahammül edebilir.
İnsan yalnızdır. Özellikle günümüzde bir insanın yalnızlığını en derin şekilde kendi özünde yaşaması ve bunu artık bir yerden sonra kabullenmesi gerekir. Yalnızlığı ile barışan bir insanın cenneti kendi içindedir. Artık yaşam, insanın olaylara ve durumlara verdiği tepkiye göre bu cennetin genişlemesinden veya daralmasından ibarettir.
Tecrübelerini, intibalarını, kısaca hayatın kendisini dolu dolu yaşamak ve gösterişten sıyrılmak sadece böyle insanlara has bir durumdur. Yani o mutlak yalnızlığını seven, kabullenen ve bunun insanı evrende biricik kılan bir özellik olduğunun farkında olan kimseler içlerinde hep var olan bu yalnızlığı görmezden gelemezler. Onu kabullenir ve severler. Böyle olunca yalnızlık dediğimiz hâl, yaşamı fikir ve his bakımından son derece verimli bir sürece dönüştürür. Biz yaşamın her ânında bir şeyler öğrenmeye, bir hikmeti duymaya, varlığı sevmeye ve belki en önemlisi hayatı anlamaya bu yalnızlık sayesinde başlarız.