İnsan hayatı anlayan ve seven bir gönül olmalı. Yoksa bizim dediğimiz her şey elimizden kayıp gidiyor. Bir şeye sahip olduğumuz vehmiyle yaşamak bizi o nispette dünyaya mecbur ediyor. Yani bizi fâni âleme mahkûm ediyor bu duygu. Hâlbuki feragat ettikçe, yardımda bulundukça sevdikçe ve anladıkça açılıyor hayatın esrarı.
Yokluğu ve yok olacağımızı düşünmek, hırsı törpülüyor, dünyevî kederleri hafifletiyor, gönlümüzü manaya açıyor. O zaman diyebiliriz ki, gönlünü yani sevmeyi ve anlamayı hayatına hâkim kılabilenler eninde sonunda kazanıyor. Gönül dediğiniz o meçhul âlem bundan besleniyor.
Gönlü en çok üzen şeyler, düşmanlık hisleri ve anlamsız ilişkilerdir. Bunlar alenen insanı hayatın anlamına kapatan hususlar. Uzak durmak lazım. Maddî manevi bir tehdit söz konusu olmadıkça bize daima dışarıda bir düşman gösterenler âcizane kanaatim şeytanın kendileridir.
Durup dururken düşman kazanan biri insanlıktan çıkmış sayılabilir. Önemli ve gerekli olan içimizdeki düşmanı görmektir. Gönül de en çok ondan mustariptir. İçteki düşman halledilmedikçe dışarıdaki düşman bitmez. Biri gitse öteki gelir. Gönül böyle bir döngüden yorulur.
Gönül muhabbet, sevgi, hâl, bilgi ve yakınlık ister. İnsan yaratılış olarak dostluğa, beraberliğe, sevgiye meyillidir. Çünkü gönlün gıdası bunlardır. Gönlümüzü sevgiyle, neşeyle, muhabbetle huzurlu kılmak varken düşmanca duygular ve hislerle bunaltmanın ne gereği var! Fakat insanlık bugün bu türden hislerin tam da içinde bulunuyor.
Her geçen günle beraber ruhun ve gönlün talebi daha çok açığa çıkıyor. Onların talebi belli fakat insan hayatı hâlâ bulanık. Çünkü hayatımıza madde ve kaos hâkim.
Öyleyse gönlün talebini ciddiye almalı insan. Hayatına anlamı ve sevgiyi hâkim kılmalı.