Sükûnetin gönlün gıdası olduğunu düşünüyorum. Yorgunluk ve gürültü sadece bu husustaki fikrimi daha kuvvetli kılıyor. Yaşadıkça içe dönük bir hâl almaya başladı hayatımız. Sanki bir mağarada yaşıyoruz da dışarıya zaruri sebeplerle çıkıyormuş gibi yaşıyorum bu hayatı.
İnsanlara söyleyecek şeylerim ve gösterecek yeteneklerim olmadığını anladığımdan beri varlık izhar ettiğim her türlü tavır ve davranışlar bir süre sonra bir muhasebe hâlinde karşıma çıkıyor. Bunu neden yaptın, ne gerek vardı, diyen bir iç sesle karşılaşıyorum. Bu yüzden kendi içine kapanık bir hayat seyri aldı başını gidiyor bende. Dışarıda seyir, içeride seyir hâli gibi bir şey bu. Fakat ille de ifadeye bürünmek isteyen o şey beni düşünmeye, duygulanmaya ve yazmaya mecbur ediyor.
Bir yalnızlık köşesi bütün kederlerin, düşüncelerin, duyguların gönle sindiği bir yer oluyor bazen. Köşemde kendi hâlimde daha derin bir huzur hâli buluyorum. Varlığın seyri buna dönüyor bir kere. Hep dışarıya dönük yaşamak insanı tüketiyor. Fakat içeride bir huzur hâline yükseldikten, için ve dışın ayrı gayrı olmadığını anladıktan sonra herhalde dış âlem de bir seyrin, bir rüyanın devamı gibi olacak bizde. Fakat bunun için biraz sessizlik, çokça yalnızlık, derin bir tefekkür gerekiyor.
Bunlar bir müddet bile olsa yaşanması gerekiyor. Sebepleri insanın içinde gizli bunun. Bir başkasına izah etmeye gerek yok bunları. Fakat içeriden dışarıya bilinerek, anlaşılarak zuhur eden o kuvvet, tıpkı denizin dalgaları gibi insanı sahillere, yani dış âleme sürüklüyor. Yazı bunun bir ifadesidir. Yazılıyorsa böyle olması gerektiği içindir. Yoksa derin bir sessizliğin ve tefekkürün yerini ne tutabilir!