Ben köyümü yağmur yağdığında, damlaların huzur veren sesinde dinlerim. Kar yağdığında karın sessizliğinde, baharda bir yaprağın üzerindeki uğur böceğinde dinlerim onu.
Derenin sesinde dinlerim köyümü bazen. Gecenin derin ama hep bir şeyler söyleyen sessizliğinde dinlerim. Meyveye duran bir ağacın ifadesiyle konuşur benimle güzel köyüm. Dağların heybeti, çiçeğin güzelliği, yaprağın kımıltısıyla bazen de...
Köyümü esen rüzgârdan da dinlerim. Yeryüzüne, ağaca, yaprağa değen yağmur damlaları gibi rüzgâr da kendi lisanından konuşur benimle.
Bir de insan yüzlerinde, oraya sinmiş kadim izlerde duyarım köyümü. Toprağa, havaya, suya sinmiş o gayretlerin mazisize uzanırız beraber. Ölgün bir sokak lambasında dinlerim köyümü. Çeşmeden akan suyun sesinde ve ferahlığında duyarım onu. Meyvenin tadında hissederim. Sebzenin lezetinde... Yediğim yemeğin, içtiğim suyun cana can katan tadında bulurum köyümü. Bir kuzunun melemesinde, bir buzağının annesine koşarkenki tatlı telaşında duyarım köyümü.
Köyümün, tahtaları vel vermiş eski evlerinde duyarım anlattığı şeyleri bazen de. En kadim hatıralara yuva olmuş evlerden yükselen sıcak duygular kuşatır beni. Sıcacık odalarda, güzinenin başında edilen sohbetleri, tahtalara sinmiş hatıraları, bir selamın gönülden gelirkenki getirdiği derin duyguları duyarım bu evlerde.
Köyümü bir de turşu, darı, konserve şişeleri ve tarım aletlerinin bulunduğu dartamıların has kokusunda duyarım.
Hâsılı köyümü türlü zenginliklerini derin derin yaşarken duyarım gönlümde. Yaşanan, yaşayan, duyan, duyulan köydür de arada bunları yazan nedir, diye düşünürüm
Bizi türlü nimetleriyle besleyen köy elbette mânevî duygulara da zemin olmuş mübarek bir yerdir. Bedeni besleyen köy ruhumuzu da beslemiştir. Fakat bunu duymak gurbet demlerinde mümkün olabilmiştir. Köyümüze geldiğimiz vakit gönülde hissedilen her mânâ bu sefer köyün kendisinde zaten var olan, ancak bizim yeni yeni fark edebildiğimiz nimetler cümlesindendir.