Söz geldi, bunca kelam ettik de ne kazandık mevzusuna dayandı. Sustuk o zaman. Mekânı dolduran sükûtu dinledik uzun uzun. Sessizlik boşlukta yankılanıp duruyordu.
Söyleye söyleye gönül ne kazandı, biz ne elde ettik bunca zamandır? Yorulduk biteviye konuşa konuşa. Bunca kelam ile örttüğümüz endişeler çıktı karşımıza yeniden. Yok farz ettiğimiz o eski dertlerle karşılaştık. Konuştuklarımız en derin yaraların acı birer şahidi olup çıktılar bu sefer. Sustuk o zaman. Sessizlikle karşıladık bu hüznü. Sözler kifayet etmedi bu kederi anlatmaya. Çoktan zamanın eskittiği iğreti libaslar hâlini almıştı sözlerimiz. Fakat kederler eskimiyordu. Onlar üzerindeki elbiseyi çıkarmak üzere bekleyen hakikatler gibi hâlâ taptaze idi. Sessizliğimizde ışıl ışıl parlıyordu hüzünler. Kelimeler eskiyordu. Ama kederler hâlâ canlıydı orada.
Sustuk uzun uzun. Sessizlik uzadıkça görmezden geldiğimiz anlamların altında eziliyordu kalbimiz. Susmayı denemek mi gerekiyordu bunca derin kederleri hatırlamak için? Yahut hatırlamaktan hep kaçındığımız bir hüznün kendini ansızın aşikâr etmesiydi bu sessizlik.
Uzun süren sessizliğin altında yatan hatıraları görmeyi dileyelim beraber. Bu sefer de öyle olsun. Hep konuşacak değiliz ya! Biraz da beraber susalım. Hem konuşanlar değil, birlikte susabileler anlaşabilir en çok. Susarsak, söylemezsek belki o zaman her sükût faslı içinde yüzdüğümüz bir anlam denizine dönüşür. O zaman bunca iğreti söze ihtiyaç kalmayacak. Affedeceğiz kendimizi, geçmişi ve başkalarını... Başkası dediğimiz de bizden öte biri mi sanki!
Böyle bir hesabın varlığını kim tahmin edebilirdi? Söyleye söyleye içinde keder biriken zamanlardan sükût ede ede durulduğumuz, sakinleştiğimiz zamanlara geçelim beraber. Bugün konuştuklarımız bundan ibaret olsun. Olmaz mı!