Giderek daha bir berrak hayata erişmek istiyor insan. Sadelik, belirginlik, sessizlik gibi şeylere yöneliyor. Yaş ilerledikçe mi böyle oluyor yoksa içimize daha çok yöneldikçe mi?
Daha açık olmak istiyor insan. Suya yöneliyor, tabiata koşuyor. Kendi özünde huzuru arıyor. İçeride bir âlem kuruyor kendine. Oraya çekiliyor bazen. Telaş, acele, gösteriş gibi her hâlden sıyrılıp orada yaşamak istiyor artık. Suyun berraklığı gibi bir şey diliyor hayatında. Hafiflik ve sadelik istiyor. Arzudan ve her türden iğretilikten uzakta kendisi olmaya yöneliyor insan. Az eşya, çok sessizlik, çokça tefekkür ve her yanı kuşatan bir tabiat... Mümkünse su sesi ve birkaç bardak çay... Böyle sade bir zenginliğe yöneliyor ve hayattan geriye bu tatlı demlerin kalacağını anlıyor insan.
Çatışmanın, uzun uzun konuşmanın, birine laf anlatmanın ne kadar yorucu bir şey olduğunu kendini dinleyen bir insan anlayabilir en çok. Bütün tartışmalar ve uzayıp giden laf kalabalığı kendimize söz anlatmak içindir. Halbuki bunun için sessizlik yeterlidir. Konuşmak bir yerden sonra aslında bildiklerimizden şüphe etmek demektir. Düşündüğünden, hissettiğinden, sezdiğinden ve anladığından gerçekten razı olan biri bunları neden anlatmak ister?
Konuşmak ruhu bulandırır. Sessizlik insanın en berrak hâlidir. Anlamlı bir sükût bütün bir evrenin bize yönelmesi demektir. Varlığın ve eşyanın tefekküre bürünerek gönlümüze ve zihnimize akması demektir. Bu yüzden sadeliğe ve dinginliğe yönelmeli insan. Yaşadıklarımızın üzerinde ruhun biraz durup onları özümsemesine izin vermelidir.