O zamanlar evler küçüktü. Fakat gönüller genişti. Ufacık evlere birkaç aile birden sığardı. Şimdi evler büyüdü, aileler küçüldü. O küçük evlerde ufak şeylerle mutlu olmasını bilen insanlar vardı.
Tarlalar boş kalmaz; fasulye, mısır, domates, biber, bezelye ve daha bir sürü şeyler ekilirdi. Isırganı lapa hâline getirip yediğini hatırlatırım babaanemin. Hasılı küçük evlerde hayatından razı insanların kendince ördüğü az çok bir huzur hâli vardı. Şimdi her şey hazır. Bu yeni nesil mutluluğun ve hayatın yapılan, korunan ve üzerine ilavelerde bulunulan bir şey olduğunu öğrenmek istemiyor. Onun hazır hâlde kendini bulmasını bekliyor. İçine ekmek doğranan bir çanak yoğurdun nasıl bir nimet olduğunu unuttuk giderek. Evler büyüdü, gurbet uzadı; derde deva olmadı bir türlü. Ağzı dualı nineler vardı. Küçücük evlerde yaşanan kocaman hayatları birbirine ulayan mübarek kadınlar... Hepsi göçüp gitti âlemimizden.
Hani "Ev dediğin evrendir, ucu görünmez kervandır!" demiş ya atalarımız. Kervanı götüren onlardı. Onlar da göçünce kervan dağılıverdi. Hikâye uzun. Şu güzelim evlerden dağılan insanlar pek de mutlu değil. Ağzı dualı, gönlü muhabbet dolu insanlar zahmet ve çileyle kurdukları yuvayı bir bereket ve şükür duygusuyla korurlardı. El onların eli değil, Fatma Ana'nın eliydi. Mâzîye hürmet, mekâna muhabbet vardı. Şimdi ise onları hor görüp mutluluk diliyoruz hayattan. "Ne verdin de ne istiyorsun?" demezler mi adama! Neyin zahmetini çektin, hangi tarlayı sürdün, hangi değirmene buğday götürdün?