Geleneksel bilgeliğimizde dert kelimesine yüklenen anlam çok derin ve farklıdır. En geniş anlamında dert, insanın varlığa dâir problemleriydi. "Ben bu dünyaya niçin geldim?" sorusuydu dert. Elbette bu da derdin dermana dönüşmesi için bir başlangıç teşkil ediyordu. Bu soruyu kendine ve varlığa sormayan cevabı bulamazdı. Dert ne kadarsa derman da o kadardı. Bu yüzden Mevlevîler derdinden söz edenlere "Allah derdini artırsın!" derlerdi. Buradaki derdin artmasının istenmesi varlığa dâir soruları olan bir dervişin tefekkürünün derinleşmesiyle ilgiliydi. Çünkü gelenek böyle bir derdi dermanın tâ kendisi olarak görüyordu. Niyazi-i Mısrî hazretlerinin "Derdim bana derman imiş bilmedim" mısraı mevzuyu kelimenin tam anlamıyla tespit eder. Geleneğin, hangi yüzyıl olursa olsun derde bakış açısı aynıdır. Asırlar sonra "Dağlar çiçek açar Veysel dert açar" diyen Âşık Veysel, bir başka şiirinde,
Anlatmam derdimi dertsiz insana
Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez
Derdim bana derman imiş bilmedim
Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz
diyerek derdi geleneğe uygun bir şekilde tarif etmiştir. Böyle bir derdin ne kadar değerli olduğunu ifadeye bile gerek yok. Hatta böyle bir derdi olanlar onu dış dünyanın etkilerinden, zararlarından korumada titiz davranmalıdır. Çünkü o dert, bir gün dermana dönüşecektir.
Peki günlük ve sosyal hayatta başımıza gelen sıkıntılar, problemler, badireler ne olmaktadır? Aslında onlar geneleksel bilgeliğimize âşinâ olanların konuştukları mevzular değildir. Onlar kişiyi asıl derde sevk eden imkânlar cümlesindendir. Dünyalık meselelerle boğuşan, insanlardan vefasızlık gören, hatalar yapan, cedelleşen, gönül yorgunluğu çeken birinin dönüp dolaşacağı yer kendi özüdür. Varlığa ve insana dâir bizde mevcut o dert bizden bunu beklemektedir. O dünyevî problemler bizi hep o asıl derde sevk eden sâikler olmaktadır. Dert, dert diye bilinen şeylerden bunalıp da içimizde yığılan sorularla karşılaştığımız gün başlar.