Bütün kelimelerin hayatın hakikatini anlamada ne kadar cılız olduğunu hissettiğin vakit o kadim lisana bürünürsün yeniden; yani sessizliğe... Nasıl olsa söylediğin hiçbir şey hakikati izah etmeye yetmeyecek. Yahut biz duyduğumuz hakikatleri, onları yaşamadan anlattıkça kelimeler eriyip gidecek hakikatin önünde.
O kelimeye ve ifadeye sığmayan büyük kuvvet bir gösteriş duygusuna kapılmadan içimizde yaşamak istiyor. Bir gönül tarafından duyulmak istiyor. Öyleyse anlaya anlaya yönelmeniz gereken bir hakikatimiz var. Anlata anlata kolayca tüketebilecek o mânevî güç bunu istemiyor bizden. Zaten kelimeler hakikati neresinden kavrayabilir! Belki onu kendinde duyan ve konuşmaya mezun kimselerin elinde yumuşak huylu olan hakikat deryası, biliyormuş havası içindeki insanı yutabilir. Onu izlemek, onda mânen derinleşmek varken şurada kocaman bir derya ve dev gibi balıklar var diye çığırtkanlık yapmanın ne anlamı olabilir! Bunun kime ne faydası vardır ki!
İnsanlar yine bilmek istediklerine yöneleceklerdir. Bir köşede durmak, fakat başkalarına söz anlatmanın ağır ve mesuliyetli yükü altına girmeden tefekkür etmek içimizde bir huzur âlemi kurmak demek değil mi! Duyduklarımız, bildiklerimiz, anladıklarımız bizim içindir. Hayatın özüne doğru seyretmek bu yüzden çok şahsî bir meseledir. Başkalarını hiç ilgilendirmez. Fakat bizim birilerine yardımcı olmamız murat edilmişse o bir şekilde olur bir gün. Asıl mesele kendimiz olmadan başkasını oldurmaya, yüceltmeye çalışmak... Bu bir yanılgıdan başka bir şey değil. Hâlbuki kendisinin ustası olan biri, bir şey yapmasa bile hâliyle, tavrıyla yine o yol göstericiliğini ifa eder. Fakat mesele bu değildir. Mesele kendimizi yeniden hatırlamamız gerektiğidir. Kelimeye ve söze gelmeyen o hakikatle ontolojik olarak yeniden temasa geçebilmektir. Bu parçalanmışlık yanılgısından kurtulup benliğimizi o ilahî bütün içerisinde yeniden bulmaktır. Herkes belli bir aidiyet duygusuyla kendisini tamamlamak istiyor bu âlemde. Bu tamamlanmışlık hâli ise ancak aşkın ve irfanın ellerinde vücut bulabilir.