Mustafa Tatcı Hoca, on yıllarını tasavvuf araştırmalarına verdi. Hem geleneğin içinden gelmesi hem de tarih içinde ortaya konan muazzam külliyatları neşretmesi Tatcı Hoca’yı tasavvuf konusunda bir otorite kılar. Bunu günümüzde anlamak ne kadar mümkün bilemiyoruz fakat kimselerin pek yorumlayamadığı ve belki izah edemeyeği bu mesaiyi anlamak isteyenler bizce hiç eksik olmayacaktır.
Biz de burada karınca kararınca Tatcı Hoca’nın tasavvufla ilgili söylediklerini kendi zaviyemizden yorumlamaya çalışacağız. Bunu yaparken de özellikle Hoca’nın seminerlerinden, derslerinden, bazı kitaplarından, sosyal medyadaki paylaşımlarından ve katıldığı TV programlarından faydalanacağız. Hemen ifade edelim ki, bu kısa yazı konuya sadece dikkat çekmek üzere kaleme alınmıştır. Tatcı Hoca’nın tasavvufla ilgili görüşleri en azından bir kitaplık muhtevaya sahiptir, diyebiliriz.
Mustafa Hoca’ya göre tasavvuf, aşk ve irfanı esas alan bir eğitim tarzıdır. Toplumu fert fert inşa ederek insanı çıkmazlarından ve tezatlarından kurtarmayı esas alır. Ona tevhit şuuru aşılar ve hâmil olduğu mukaddes emaneti hatırlatır. Böylece insan, hayatını ve bütün enerjisini merkezî bir kuvvet etrafında toplama imkânı bulur.
Erenlerin yolu insanı her anlamda, işinde, aşında, evinde, toplum içerisinde kâmil şekilde davranmaya sevk eder. Mustafa Hoca bunu şu sözleriyle anlatır: “İslâm âriflerinin yolu gayet âsândır. Nefsini bil, tevhide yönel, işini, eşini, aşını Hak için sev, Hakk’ın işini yaptığının farkında ol, Hak ile ye, Hak ile de, Hak ile ol, eşyaya Hak nazarıyla bak, varlığa hizmet et, vesselam.”
Mustafa Tatcı Hoca tasavvufun meselelerini çalışmalarında ve derslerinde sistemli olarak ele alır ve anlattıkları genel hatlarıyla bu meseleler etrafında izah edilebilir. Tatcı Hoca’ya göre tasavvufun altı meselesi vardır: Bu altı mesele şudur:
“Ben nereden geliyorum?”
“Neredeyim?”
“Nereye gidiyorum?”
“Ne hâlde idim?”
“Ne hâldeyim?”
“Ne hâle dönüşeceğim?”
Mustafa Tatcı Hoca tasavvufu en öz tabirle “Tasavvuf, bir şeyi adam gibi yapma sanatı, adam olma sanatıdır.” şeklinde tarif eder. Bütün tasavvufî mekteplerde aranan ve istenen şey budur.
İnsanlar mutasavvıf şahsiyetlerden aldıkları bilgiyi yaptıkları işe dönüştürürler. Ebruzen ebruya, marangoz ahşap işine, âlim ilmine, öğretmen anlattıklarına hâsılı her meslek erbabı, sanatkâr ve zanaatkâr yaptığı işe irfânî bilgiyi nakşeder ve onu çok sistemli ve sağlam bir üslupla ele alır. Bu taraftan bakacak olursak o zaman en derinde tasavvufî mektepler tek bir yoldur. Ya da başka bir ifadeyle söyleyecek olursak her kâmil başlı başına bir okuldur.[1] Mustafa Hoca’nın tasavvuf bahsiyle ilgili şu sözleri de mevzunun mâhiyetini ne güzel tespit eder: “Tasavvuf mutlaka kitabî olarak öğrenilecek bir şey değildir. Bunu, okuyanların, duyanların, düşünenlerin bilmesinde fayda var. Tasavvuf, kitabî bir ilim değil; satırdan sadra geçen bir irfandır. Sadırdan-sadıra, gönülden-gönüle, dudaktan dudağa geçen bir ilim.”[2]
Mustafa Tatcı Hoca dünyayı gurbet olarak gören ve buraya gönderilme gayesinin aşk ve irfan ile Hakk’ı bilmek ve birlemek olduğuna inanan bir irfânî geleneğe mensuptur. Onun dünya için “Cehennemde gezdiğimizi bilelim.”[3] sözleri tasavvufî terbiyenin dünyaya bakışını ifade etmesi açısından çok çarpıcıdır.
Şunu hemen ifade edelim ki, Mustafa Hoca’nın tasavvufî çalışmalarını ve düşüncelerini burada bütün derinliğiyle vermek imkânsızdır. Biz böyle bir iddianın peşinde de değiliz. Fakat onun şahsiyetinin daha iyi anlaşılması için bu konuda bir fikir verebilmek, çalışmalarının ağırlık noktasını meydana getiren tasavvuf hakkındaki görüşleri üzerinde durmak istiyoruz.
Mustafa Hoca, ülkenin belli başlı kurumlarının aşk ve irfan temeli üzerinde kurulması gerektiğini, binaların içerisinin âşık ve âriflerle, vazifesine bağlı vatan evlatlarıyla, kısacası çağdaş alperenlerle doldurulması gerektiğini sık sık dile getirmiştir. Onun “Çok bina yaptık artık insan yetiştirelim...” sözleri yapılan bunca şeyin amacına da işaret eder. Maksat insan yetiştirmektir. Bu konuda Diyanet’e büyük görevler düştüğünü bir keresinde şöyle ifade etmiştir: “Cami yapmak kolay, basarsın müteahhide parayı, yüzde bilmem kaçını da aşırırsın, yapar... İmam ve müezzin atamak da kolay... İçine âşık ve arif insan koymak zor...”
Bu sözlerde bir noktaya işaret de gizlidir. Zira devletimiz aşksız, irfansız insanlar yüzünden maddî ve manevi pek çok kayba uğratılmıştır. Bunun önüne geçilmesi mümkündür. Bu da yetilmiş insanlarla olacak bir şeydir. İnsanın yetişmesi ise öncelikle aşk ve irfana dayalı bir eğitimle mümkün olur. Aksi halde bugünün cemaatlerinin insanımızı çektiği kısır döngünün içerisine topyekûn düşmek gibi ciddi bir tehlike söz konusudur.
Tasavvufî terbiyenin ana gayesi insanı aşk ve tevhit ile eğitmektir. Bunu yaparken Hz. Peygamber’den beri gelmiş geçmiş âriflerin ve âşıkların hizmetleriyle şekillenmiş, kıvamını bulmuş bir geleneğin izini takip ederler. Bu tarz bir eğitimde asla zorlama yoktur. Derviş, gönlünün sevk-i tabiîsiyle yolunu bulan bir su gibidir. O, huzura ereceği tevhit denizini bulana kadar bazen sakin, bazen de taşkın bir hâlde akar durur. Dervişi burada yönlendiren gönlü olmakla beraber bir mürşid-i kâmilin önünde ikrar getirdikten sonra o artık mürşidinin elinin altındadır. Görevi insanlığa, varlığa hizmet, hâli ise tefekkür ve daimî zikirdir.
Nereden gelip nereye gittiğini merak eden bir insan, insana ve eşyaya yaptığı bir kötülüğün nihayet kendisine olduğunu çok iyi bilir. Yaptığı her şeyin bir gün kesinlikle kendisine döneceğinin idrakiyle yaşar. Dolayısıyla bile bile kötülük yapmak bir dervişin hayatında mevzu bahis bile olamaz.
Tasavvuf en öz ifadeyle nereden gelip nereye gittiğimizi bilmeyi istemektir. “Tasavvuf, insanın bu âleme niye geldiğini bilmesi ve aslını bulmasıdır.” diyen Mustafa Hoca mevzunun bu tarafına ısrarla dikkat çeker.
Yine Tatcı Hoca’ya göre “Tasavvuf bir şeyi adam gibi yapma sanatı, adam olma sanatıdır.” Bu yüzden bu mektebin her öğrencisi Hak ile verip Hak ile aldığını bilmek ve anlamak mecburiyetindedir. Dolayısıyla her işini en güzel surette yapmalıdır. Osmanlı asırlarında insanlar tasavvufî bilgiyi yaptıkları işe dönüştürebiliyordu. Hoca’ya göre Dede Efendi bu bilgiyi sese, ebruzen ebruya, marangoz ahşab işine dönüştürüyordu. Bu da giderek üsluplaşma dediğimiz bir hadiseyi meydana getiriyordu.
Mustafa Hoca mutasavvıf şahsiyetlerin zamanlarının en modern insanları olduklarına bilhassa dikkat çeker. Onlar, Kuran’ın özünü bilen şahsiyetler olarak efsanede ve tarihte kalmamışlardır. Yine Hoca’nın ifadesine göre “Onlar hakkı ve hakikati ân-ı dâimî içinde arayan insanlardır.”[4]
Tasavvufun hedefi insanın; eşyanın ve kendine ait zannettiği her şeyin aslında Hakk’a ait olduğu bilincine ulaşmasıdır. İnsan bu dünyada bir noktadan bakınca mükemmel, bir noktadan bakınca ise âciz bir varlık olarak yaratılmıştır. Onun mükemmelliği Hakk’ı ve nefsini idrak edebilmesindedir. Nitekim Mustafa Tatcı Hoca şöyle der: “Beşer olarak kalan kimseler, Allah’ın kendilerine verdiği bazı nimetleri sahiplenmeye başlarlar: Örneğin: Sesim güzel, kendim güzelim, çok zenginim, çok akıllıyım, çok bilgiliyim diye etrafa gösteriş yapmaya kalkarlar. Allah bir süre bu tip davranışlara göz yumar, ama sonra, o böbürlenenin karşısına içinden çıkamayacağı, izah edemeyeceği yahut başa çıkamayacağı bir olay çıkarıverir. Buna ister keramet ister mucize, ne derseniz deyin, aynı kapıya çıkar. Bu olayla karşılaşınca kişi kendi acziyyetini kabullenmek zorunda kalacağı için, o böbürlenmelerinin boşuna olduğunu anlayıverir. Bunun tarihteki örneklerinin başında, sihirbazlığın popüler olduğu devrede Hazret-i Musa’nın elindeki asa ile tüm sihirbazların sihrini Firavun’un karşısında boşa çıkarıvermesi gelir.”
Mustafa Tatcı Hoca’ya göre tasavvufu yaşamak lazımdır. Okumakla ancak insanın kulağına kar suyu kaçar. Bu da güzel bir şeydir. Soru sormaya ve arayışa vesile olur. Fakat burada kalmamak gerekir. Tasavvufî hakikatleri içselleştirmek gerekir. Terminolojiyi bilmek yetmez. Bu anlamda halkın da irfanî gelenekle bütünleşmesi gerekmektedir. İrfan havzaları geliştirilmelidir. Buralar keşfedilmelidir.[5]
Buraya kadar Tatcı Hoca’nın bazı görüşlerinden hareketle tasavvufla ilgili düşüncelerini yorumlamaya çalıştık. Bu yazı elbette daha geniş çerçevede de ele alınabilir. Bunu kısmet olursa devam eden bir kitap çalışmamız içerisinde yapmaya çalışacağız.
Son olarak yazıya Tatcı Hoca’nın tasavvuf konusundaki bazı sözleriyle nihayet yer verelim:
“Şikâyet yoktur tasavvufta. Şikâyet eden dayak yer.”
“Tasavvuf yolundaki en önemli problem teslimiyet problemidir.”
“Tasavvuf, evvele yolculuktur.”
“Tasavvuf yolunda soru sorulmaz; Soruyu kendi nefsine sorarsın tevhidin gücüyle cevap gelir. Bir şekilde gelir! Benim sana verdiğim bilgi kuyuya taş atmaya benzer.”
“Tasavvuf vücut birliğidir. Bir şeyi incittin mi birin gönlünü incitmiş olursun.”
“Dervişin sırrı, haktaki kendi merhalesidir.”
“Herkes Hızır’dır sen gözünü tamir et.”
“Hak nedir? Aşikâre pinhan olan.”
“’Ben neymişim ya.’ Geç oyalanma. Allah mı oldun lan! Geç. Tevhidin verdiği güç bile olsa oyalanma. ‘İrci’ sesini duyana kadar nasıl olduğu sırdır.”
“Dünyadaki en büyük zevk tevhidin gönülde tecelli etmesidir.”
“Gerçek mutluluk bu dünyada fena olup Hak’ta beka bulmaktır.”
“Vesile nedir? Her şey vesiledir. Sınırlandırma. Vesileye yapışınız. Sen iyi niyetliysen yanlış vesile olmaz. “
“Tasavvuf içi dışıyla dışı içiyle aynileşmesidir.”
“Samimiyet yoksa eninde sonunda elenirsin. Denize elbiseyle parayla vb. istekle girilmez. Kaliteli Musa neden niçin sorularını sormaz. Hiçbir isteğim yok, kimseyi tanımayım, kimseden faydalanmayım niyetini tut. Tam teslimiyet isterler. Aynı zamanda temizlik ve çalışkanlık sana sürat kazandırır.”
“Tevhidde eğleniriz tevhidde dinleniriz tevhidde belleniriz… Tevhid her şey.”
“Öl ki, ölüler dirilsin.”
[1] 27.09.2013 tarihli dersinden.
[2] Mustafa Tatcı, İşitin Ey Yârenler -Yûnus Emre Yorumları-, Kapı Yayınları, İstanbul 2012, s. 669.
[3] 10.11.17 tarihli Balaban Tekkesi sohbetinden.
[4] 27.09.2013 tarihli dersinden.
[5] Burada 12.11.17 tarihinde 12.25’te TRT Haber’de yayınlanan Kitaphane programına konuk olarak katılan Mustafa Hoca’nın sözlerinden istifade edilmiştir.