Bir mezarlık ziyaretinde bulunduğum vakit hayatın meselelerini çok da ciddiye almamak gerektiğini derinden hissediyorum. Yaşadığı hayatın bir ilizyon olduğunu insan en iyi bir mezarlıkta anlar. Nihayetinde şu uçsuz bucaksız yeryüzüne sığmadığı hâlde öldüğünde bir mezara konup yatanlar da bizim gibi hayata ve onun problemlerine çok büyük anlamlar yüklediler bir zamanlar. Sonra da birçoğu hiç yaşamamış gibi bu dünyadan çekip gittiler.
Buradan bakılınca ortada bir komedinin döndüğüne hükmedersiniz. Bunun üzerinde bir müddet düşünseniz, "Ne yani, bu kadar didinip durduğum şeyler burada kalıyorsa insan niçin yaşamalıdır?" sorusu istila eder sizi. Bu soruyu sormak hayatı anlamlı bir şekilde yaşamak için son derece gereklidir. Çünkü insan bu hayata eşya ve para biriktirmek için değil fakat tecrübe, anlam, sevgi ve bilgi biriktirmek için geldiğini düşünerek ve yaşayarak anlar. İlk saydığımız şeyler buradan gittiğimiz vakit asla bizimle gelmezler. Fakat diğerleri de bizi asla bırakmazlar.
Biz ne olursa olsun bu hayatı bildiğimiz ve sevdiğimiz kadar tecrübe edebiliyoruz. Bunu bir başkasına kolay kolay anlatamazsınız. Çünkü her insan yaşaması gereken şeyleri yaşamalı ve aslında maddî yönü tam bir hayal kırıklığı olan şeylere sahip olduğu vehmiyle bir müddet oyalanmalıdır. Bizim ebedî varlığımız yahut mânevî yönümüz tecrübeden, bilgiden ve sevgiden oluşur. Yaşamadığımız hayat bizim olmadığı gibi tecrübe etmediğimiz bilgi de gerçekte bizim değildir.
Bir mezarlık ziyaretinde bu dünyadan geçip gidenleri düşünürken yaşamaktan geriye iyilikten, güzellikten, aşkla yaşamaktan başka bir şeyin kalmadığını anlıyor insan. O zaman şu perişan iç dünyamız daha da belirgin oluyor. Bu sefer gerçek yaşamın içimizde var olduğunu da sezmeye başlıyoruz.
İnsan bu hayatta biraz da anlam biriktirmeye yönelmelidir. Çünkü herkes bu dünyada sahip olduğu anlamlar kadar zengindir. Sahip olduğunu zannettiği eşyalar kadar değil...