Hatıraların yaşandığı yerler sessiz lâkin dopdolu olur. Bunu bir insan sadece gönlüyle duyabilir. Yaşanmışlığın en belirgin tarafı uğultulu bir sessizliktir. Hatırayı duyuran da budur zaten. Rengi belirgin olmasa bile su gibi, ortaya çıktığı bir kalbin rengine bürünen silik ve kimsesiz hatıralardan söz ediyorum.
Hayatın önemli meselelerinden birisi onun yokluğa dönük yüzüdür. Hatıra boşlukta çınlayan sesler gibidir. Belli belirsiz duyulan bu sesleri yine âlemi içeriden seyretmeye çalışan bir insan duyabilir. Bu sesler, bunca hatıra gönle akseder çünkü.
Biz yaşayanlarla olduğu kadar ölüp gidenlerin hatıraları ve geride bıraktıklarıyla da yaşarız. Gecenin en koyu bir deminde, rüzgârlı bir sonbahar gününde, akşamın alacakaranlığında bunu oldukça yakından duymak mümkündür. Elbette bütün bunları özümseyip bir ifadeye bürüyen dingin bir zihin ve sakin bir gönüldür. Doğanın içine sinmiş bu kadar hatırayı süzüp kendine dâhil edebilmek insandan bunu bekler. Yoksa hep muteriz bir zihin ve yorgun bir gönülle yaşanmış şeyleri ve tabiata dağılmış onca hatırayı duyabilmek nasıl mümkün olsun?
Hatıra evrenle insanın, bir diğer anlamda mâzî ile müstakbelin buluştuğu bir araf olduğuna göre bunları bir araya getiren bizim iç dünyamızdır. Bunun için içimizin sakin, dimağımızın buna hazır hâle gelmesi gerekir. Böyle olduğu vakit aslında insanın bir birikim demek olduğu da net bir şekilde anlaşılabilir. Bütün idrakimiz, hatırlayışımız bunun üzerine inşa edilir. Hayat buradan kavranır. Bilmek ve en önemlisi anlamak buna göre şekil alır.
Hatırlamak ve hatıralar da aslında bize anlamayı kolaylaştıran imkânkar demektir. Hatırlamak bir tecrübeyi ve onun kökenini içimizde duymak demek olur. Bu yüzden yaşadığı hayatı anlamak isteyen insan bazen yaşamın dağdağasından uzaklaşıp hatırlamayı bize mümkün kılan yerlere yönelmelidir. Köyüne, yaylasına, ormanlara, sessiz ve tenha yerlere... Bu durum insanın kendini anlama hususunda özüne yönelmesinin önünü açacaktır. Sanırım bilgeliğin yollarından biri de böylesine bir yalnızlıktan geçiyor.