Ankara hayatın koca koca meşgalelerinin görülüp duyulduğu bir yer. Hayat burada hiç dinmeyen bir hızla yaşanıyor. Her yerde dur durak bilmeyen bir meşguliyet. Araçlar, insanlar oradan oraya hızla akıp gidiyor. İnsanlar ellerinden kayıp giden zamana yetişmek istiyor gibiler. Öyle ki, sükûnetin ve dinginliğin bulunduğu yerler pek az. Bunun için parkları, cami avlularını, müzeleri veya şehrin dışını tercih etmek gerekiyor. Bu da gösteriyor ki, Ankara hız, acele, yetişmek gibi kavramlar etrafında izah edilebilecek bir keşmekeş içerisinde.
İnsanların yüzlerindeki tatminsizliğin ve boşluk duygusunun da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Geçip giden şeylerden elde edilemeyen, bununla beraber telafisi de mümkün olmayan şeyler ve zaman duygusu insanı giderek bir hüzün ve boşluk içerisine bırakıyor.
Burada ben yine de şehri anlamak gerektiğini düşünüyorum. Ankara neden böyle kalıbına sığmaz bir hâlde zamanı tüketiyor. Üstelik hızla geçip giden zaman, mekân duygusunu da çok silik bir hâle getiriyor. İnsan gönlü şehre tam bağlanamıyor ve arada zaman insan ilişkilerinde infilak eden bir hoşnutsuzluk hâli ortaya çıkıyor.
Burada şehirdeki mekân duygusunun ezikliğinin hızla geçip giden zaman kavramıyla birlikte düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanların hep bir yerlere yetişme duygusuyla yaşamasını sırf mekana yani Ankara'nın kendisine bağlayamayız. Burada şehrin çehresine etki eden şeyler düşünülmeli. Onun bir başkent oluşu, Türkiye'nin en büyük şehirlerinden birisi olması, yoğun göç alması gibi...
Bunlar ve şehrin üstlendiği misyon karşısında elbette Ankara'da zaman ve mekân duygusunu derinleştirmek, insanların buraya duyduğu aidiyet hissini pekiştirmek arka planda duruyormuş gibi gözükebilir. Fakat şehirden, mekândan lezzet almayı sağlayan, insanı yaşadığı mekândan bir vatan duygusuna taşıyan, onu hayatta verimli kılan elbette yaşadığı yere insanı ait kılabilen özelliklerdir.
Âidiyet duygusu olmayınca insan mekâna yabancılaşır. Bu yabancılık, ekonomik sebeplerle doldurulan şehirlerin bir gün terk edileceği hissini canlı tutar ve bu insanlar hiçbir zaman temelli terk etmedikleri şehirlere kendilerini özde bir türlü ait hissedemezler. Şehirlerimizin karşılaştığı çevre ve gürültü kirliliği, kaba saba insan davranışları, saygı ve sevginin yerini alan çıkar ilişkilerinin temelinde bence asıl olarak bunlar yatıyor.
Ankara'nın karşılaştığı meselelerinin özünde bence böylesi durumlar var. Burada şehrin dünyevileşmesinin ana sebep olduğu da söylenebilir. Ben, bu kavramın arkasında da bahsettiğimiz durumların yattığını, dünyevileşmesinin ve Ankara'nın mânevî zenginlikliklerden uzaklaşmasının bunların sonucu olduğunu düşünüyorum.
Ankara'yı anlamak zorundayız. Ankara, değişen, dönüşen ve bir hâlde duramayan Türk insanının mekâna yansıyan özelliklerini yansıtıyor bize. Ankara bize bir şey söylemek istiyor. Hiçbir şehir mekânın hafızasını ve kendinde mevcut kayıtları bir çırpıda silip atmayı istemez. Ankara mekân duygusunu ona yeniden vermemezi, kazandırmamızı istiyor bizden. Bu da elbette şehrin sevilmesiyle mümkün olabilecek bir şey. Ankara insandan bunu istiyor ve bekliyor.