Yazı yazarken bir insanın karşılaştığı meselelerin birisi yaşadığını ve hissettiğini yazmaktır. Yazıyı bize ait kılan da bence bunlardır. Eğer birilerine bir şey öğretmek ve sırf dışa dönük bir amaç için yazıyorsak o yazı, yazarından giderek uzaklaşır ve bir zihniyetin, bir mesleğin ifadesi olarak kalır, yazarının üslubunu taşıyan bir eser ve bir kişiliğin ürünü olarak değil...
İşte bu noktada samimiyet ve muhabbetle sayfalara dökülenlerin bizim öz eserimiz olduğunu söylemek mümkündür. Buradaki hudut yaşanmış ve hissedilmiş olanların kâmilen yazıldığına dâir bir tatmin hissidir.
Biz öz varlığımızla birlikte bu yazıların içinde var oluruz. Bir yazının hangi ruh hâli içinde yazıldığını onu okuyanlar er veya geç fark ederler. Yazının ilginç bir enerjisi vardır. Onun samimiyeti veya derinliği yüreklerde hissedilir. Bunu bilimsel olarak açıklayamazsanız bile reddetmenin de pek bir imkânı yoktur. Çünkü yazı, sahibinin şahitliğini yapar.
Kendi içinde derinleşen biri özündeki ufukları fark etmesine yardım edecek eserleri elbette bir gün keşfeder. Bu durum dünyanın insanın mânevî gelişimi ile ilgili bir okul olması durumuyla ilgilidir. Bu okul bizi yetiştirmekle görevli olduğuna göre bizi elbette ihtiyacımız olan kitap, yazı ve insanla tanıştırmakla da görevlidir.
Her insan bir tecrübeyi yaşamak üzere bu dünyaya gelir. Haddi zatında insanı değerli kılan da tecrübeleri, yaşadıkları, içten içe öğrendikleridir. Hayatını bir keşif ve bir yükseliş yolculuğu hâline getirenlerin yaşamlarını okumak bile çok zevklidir. Bu yüzden eğer yazacaksak insan mutlaka yaşadığını ve hissettiğini yazmalıdır. Böyle birinin yazdıklarını okumak da muhabbetle ve tecrübeyle yaşanmış bir hayata en derin saygıyı duymak demektir.
"Yazmak nedir?" diye sorulsa ben yaşadıklarımızı yazmaktır, derim. Hayat er veya geç varlığın içinde mevcut olanı meydana çıkardığına göre geçen zamanlar muhabbetle yazılan bir yazıdaki sevgiyi bir gün muhakkak görünür kılar.