Zaman, nehir gibi akar; bazen çağlayarak, bazen sızıntı gibi yavaşça. Akıntısına kapılıp giderken, geride bıraktıklarımızın kokusunu solumak, geçmişin hayaletlerini kucaklamak isteriz. Bu koku, bazen bir kahve fincanının kenarında kalmış kurumuş kahve lekelerinin buruk aromasıdır; bazen de çocukluğun bahçesindeki ıslak toprağın, yağmur sonrası temizliğin kokusudur. Kayıp zamanın kokusu, hafızanın gizli hazinelerine açılan bir kapı gibidir.
Her kokunun bir anısı, her anının bir hikayesi vardır. Bir baklava kokusu, anneannenin mutfağındaki sıcaklığı, ellerinin ustalığını hatırlatır. Eski bir kitabın sararmış sayfalarının kokusu, saatlerce geçirilen yalnız başkalığın huzurunu fısıldar. Denizin tuzlu kokusu, çocukluk yazlarının özgürlüğünü, ayakların kumdaki serinliğini yeniden yaşatır; uzak diyarların baharatlı kokuları ise, henüz keşfedilmemiş maceraların kapısını aralar.
Ancak zamanın akıntısı, bu kokuları da silip süpürür. Bazen sadece bir an için geri dönerler, bir rüzgârla birlikte, bir anı parçasıyla, bir hayalet dokunuşla. O anlarda, geçmişin hayaleti karşımızda belirir, yüzümüzü aydınlatır, sonra yine kaybolur. Bu kayıp, zamanın acımasız bir gerçeğidir; ancak aynı zamanda, her kokuyu, her anıyı daha değerli kılan bir gerçektir. Çünkü biliriz ki, o kokular sonsuza dek yok olmayacak; hafızanın derinliklerinde, bir zamanlar var olduklarının gizli bir kanıtı olarak saklanmaya devam edecekler.
Bu yüzden, kayıp zamanın kokusunu yakalamaya, o anıları korumaya çalışmalıyız. Bir fotoğraf albümü, bir şiir, bir müzik parçası… Hepsi, kayıp zamanın kokusunu, hafızamızın bahçesinde yeşeren bir çiçek gibi korumamıza yardımcı olabilir. Belki de en önemlisi, o kokuları yeniden hissetmek için, duyularımızı açık tutmak, hayatı tam olarak yaşamak ve her anın tadını çıkarmaktır. Çünkü zamanın nehri sonsuza kadar akar, ancak biz, akıntısına kapılırken bile, geçmişin kokusunu hafızamızda muhafaza edebiliriz. Bu, belki de zamanın acımasızlığı karşısında, sahip olduğumuz en büyük zenginliktir.
Yalçın Sevim