Bahaeddin Özkişi’nin Göç Zamanı’nı elime alıp kitaba adını veren hikayeyi okuduğumda her defasında Abazdağı’na göçleri düşünürüm. Göç, bir ses hüviyetine bürünür köyde. Bunlar sabahın erken vakitlerinde duyulmaya başlanan, önce yakından uzağa doğru genişleyen; mutfaktan, salondan, evin önünden ve yoldan gelen ve daima çalışan, ellerinde sürekli bir şeyler taşıyan insanların sesleridir. Biraz sonra sizi de bu faaliyete iştirak etmeye davet eden bir ses işitilir.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber evde Abazdağı’na göç için hazırlıklar başlamış olur. Güneş, daha belini doğrultamadan köylü abazdağı için yola çıkmaya hazırdır. Gözlerinde uykunun izlerini belirgin sûrette taşıyan insanlar, isteksiz adımlarla sanki bir rüyâda yürüyorlarmış gibi usul usul Abazdağı’na gidecek vasıtaların yanına yaklaşırlar. Bazılarının yüzünde yataktan zoraki kalkmanın hâli okunur. Motorlar çalışır, erzaklar ve bahçe malzemesi kasaya konulur, insanlar yerlerini alır ve yolculuk başlar.
Her yolculuk müşküldür. Hele bu bir de Abazdağı’na olursa… Çocukluğumda Abazdağı’na ya traktörle göç götürür ya da yürüyerek giderdik. Daha eskiler ise yürüyerek gitmenin yanında atla, eşekle, katırla saatler süren bir yolculuktan sonra Abazdağı’na varır ve aylarca burada kalırlarmış. Burada en azından üç dört çadır kurulurmuş. Evler yapılınca tabii bir veya iki çadır kurulur olmuş. Zamanla onlar da kalmamış.
Abazdağı’na yürüyerek gitmekle bir traktörün kasasında gitmek yolculuğun bilhassa iç seyri açısından ne kadar farklıdır! Yürüdüğümüzde içimizdeki bir şeyler de yürürdü. Bunun ne olduğunu şimdi bile anlamak zor. Duygu, düşünce, hayal, ümitlerimiz ve daha neler neler…
Yürüyen bir insan, etrafında olup biten her şeyi kendinde toplar. Çünkü, yöneldiği mekân, duyduğu zaman onunla beraber var olmaktadır. Manzaranın bütün cazibesi varlığını ona borçludur. Bu, etrafımızda olup biten bütün güzelliklerin ve kemâl duygusunun insanda birikmesi, zirveye erişmesiyle yakından ilgilidir. Bir güzellik varsa o insana takdim edilmek içindir. Aksi hâlde güzelin ve güzelliğin hiçbir kıymeti kalmaz. Yürüyüş de bize binbir oluşun seyrini, akışını izlemek için büyük bir imkân verir. Bu Abazdağı gibi nisbeten uzak yerlere yürüdüğümüzde de böyleydi. Yürüdükçe var olan orman, ağaç, ırmak, gökyüzü dağa giden zorlu yolun bize birer ikrâmı gibiydi.
Elbette bu yolculuğun nihayetinde bazen tahammülün ötesinde sergilenen bir gayret gelirdi. Köy, dağ, bozkır sizi sadece onun dilinden konuşmaya sevk eden birer tahayyül zemini değildir. Buradaki doğal işleyiş ve kararlı akış sizi çalışkan tabiata bir yerden dâhil olmaya zorlar.
Tabiattaki her şey büyük bir teslimiyet içerisinde hep bir işleyiş hâlindedir; köydeki, dağdaki, ovadaki bir insan da sebebini bilmediği bir coşku, ihtiyaç ve başka nedenlerle durmaksızın çalışır, yürür ve hep bir şeylerle meşgul olur. Bu, kendine kutsal bir yöneliş arayan insan iradesinin sergilediği müthiş bir hâldir. Oldukça yapıcı, bereketli ve onarıcıdır. Toprağı vatan yapan nice bedelin özünde bu hâl gizlidir.
Abazdağı’nda çalışmak, üretmek, fındık toplamak, odun etmek için giden bizler de böyleydik. Orada bir tefekküre bürülü nice gayretlerimiz, bir bardak çayla bedenimizden kayıp giden nice yorgunluklarımız, bir çanak suyla derhal kaybolan nice susuzluklarımız vardı! Abazdağı’na yürüyüş de böyle bir şeydi. Gidiş ve geliş olmak üzere günde 15-20 km yol yürüyen, sonra yapayalnız bir dağda durmaksızın çalışan, üreten; evine rızkını, kışlık odununu buradan getiren o insanların tâkâtini, sabrını ve gücünü açıklayabilecek kelimeler bulabilir misiniz?
Binbir hatırayı saklayan bu dağları ve Abazdağı’nı bu kısa yolculuklarda çok düşündüm! Bilgelerin dağları tercih etmelerini, buralarda inzivaya çekilmelerini hem bu yolculuklarda hem de Abazdağı’nda sanırım daha iyi anladım.
Bu yolculuk demlerinde en çok dağlardaki zaman fikrinin câzibesine kapıldım. Dağların diplerindeki derin yataklarında durgun durgun akan bir ırmak pek yavaştır. Ama ne kadar derindir. İşte dağlarda da zaman böyledir. Vakitler yavaş, âheste âhestedir ve insana geçmiyormuş gibi gelir. Bir yörük kadının oğluna “Dağ zamandan âzâdedir oğlum! Dağa zamanı insan getirir.” deyişini hatırlıyorum. Gerçekten de dağlara zaman fikrini insan getirir. Sanki biz buralarda olmasak, zaman dağlara hiç uğramayacakmış gibi bir hal vardır onların üzerinde. Çünkü bir dağ üzerinde zaman fikri çok siliktir. Belki de bu, zamanın tahakkümünün zayıflaması ve bizi “ân”a yaklaştıran bir işleyişin gücü sayesinde mümkün olmaktadır. Ancak bir şeyi fark ettim ki, böyle olduğu için dış dünyadaki yaşanmışlıkları çoğu zaman çok net hatırlayamıyorum. Onlar giderek silikleşiyor ve bazen de bir kısmını unutuyorum. Bu içimizdeki dünyanın genişlemesinin bir bedeli midir? Bunu da bilemiyorum.
Abazdağı’na yolculuk burada sona eriyor ve bundan sonra dağın kendisi başlıyor.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber evde Abazdağı’na göç için hazırlıklar başlamış olur. Güneş, daha belini doğrultamadan köylü abazdağı için yola çıkmaya hazırdır. Gözlerinde uykunun izlerini belirgin sûrette taşıyan insanlar, isteksiz adımlarla sanki bir rüyâda yürüyorlarmış gibi usul usul Abazdağı’na gidecek vasıtaların yanına yaklaşırlar. Bazılarının yüzünde yataktan zoraki kalkmanın hâli okunur. Motorlar çalışır, erzaklar ve bahçe malzemesi kasaya konulur, insanlar yerlerini alır ve yolculuk başlar.
Her yolculuk müşküldür. Hele bu bir de Abazdağı’na olursa… Çocukluğumda Abazdağı’na ya traktörle göç götürür ya da yürüyerek giderdik. Daha eskiler ise yürüyerek gitmenin yanında atla, eşekle, katırla saatler süren bir yolculuktan sonra Abazdağı’na varır ve aylarca burada kalırlarmış. Burada en azından üç dört çadır kurulurmuş. Evler yapılınca tabii bir veya iki çadır kurulur olmuş. Zamanla onlar da kalmamış.
Abazdağı’na yürüyerek gitmekle bir traktörün kasasında gitmek yolculuğun bilhassa iç seyri açısından ne kadar farklıdır! Yürüdüğümüzde içimizdeki bir şeyler de yürürdü. Bunun ne olduğunu şimdi bile anlamak zor. Duygu, düşünce, hayal, ümitlerimiz ve daha neler neler…
Yürüyen bir insan, etrafında olup biten her şeyi kendinde toplar. Çünkü, yöneldiği mekân, duyduğu zaman onunla beraber var olmaktadır. Manzaranın bütün cazibesi varlığını ona borçludur. Bu, etrafımızda olup biten bütün güzelliklerin ve kemâl duygusunun insanda birikmesi, zirveye erişmesiyle yakından ilgilidir. Bir güzellik varsa o insana takdim edilmek içindir. Aksi hâlde güzelin ve güzelliğin hiçbir kıymeti kalmaz. Yürüyüş de bize binbir oluşun seyrini, akışını izlemek için büyük bir imkân verir. Bu Abazdağı gibi nisbeten uzak yerlere yürüdüğümüzde de böyleydi. Yürüdükçe var olan orman, ağaç, ırmak, gökyüzü dağa giden zorlu yolun bize birer ikrâmı gibiydi.
Elbette bu yolculuğun nihayetinde bazen tahammülün ötesinde sergilenen bir gayret gelirdi. Köy, dağ, bozkır sizi sadece onun dilinden konuşmaya sevk eden birer tahayyül zemini değildir. Buradaki doğal işleyiş ve kararlı akış sizi çalışkan tabiata bir yerden dâhil olmaya zorlar.
Tabiattaki her şey büyük bir teslimiyet içerisinde hep bir işleyiş hâlindedir; köydeki, dağdaki, ovadaki bir insan da sebebini bilmediği bir coşku, ihtiyaç ve başka nedenlerle durmaksızın çalışır, yürür ve hep bir şeylerle meşgul olur. Bu, kendine kutsal bir yöneliş arayan insan iradesinin sergilediği müthiş bir hâldir. Oldukça yapıcı, bereketli ve onarıcıdır. Toprağı vatan yapan nice bedelin özünde bu hâl gizlidir.
Abazdağı’nda çalışmak, üretmek, fındık toplamak, odun etmek için giden bizler de böyleydik. Orada bir tefekküre bürülü nice gayretlerimiz, bir bardak çayla bedenimizden kayıp giden nice yorgunluklarımız, bir çanak suyla derhal kaybolan nice susuzluklarımız vardı! Abazdağı’na yürüyüş de böyle bir şeydi. Gidiş ve geliş olmak üzere günde 15-20 km yol yürüyen, sonra yapayalnız bir dağda durmaksızın çalışan, üreten; evine rızkını, kışlık odununu buradan getiren o insanların tâkâtini, sabrını ve gücünü açıklayabilecek kelimeler bulabilir misiniz?
Binbir hatırayı saklayan bu dağları ve Abazdağı’nı bu kısa yolculuklarda çok düşündüm! Bilgelerin dağları tercih etmelerini, buralarda inzivaya çekilmelerini hem bu yolculuklarda hem de Abazdağı’nda sanırım daha iyi anladım.
Bu yolculuk demlerinde en çok dağlardaki zaman fikrinin câzibesine kapıldım. Dağların diplerindeki derin yataklarında durgun durgun akan bir ırmak pek yavaştır. Ama ne kadar derindir. İşte dağlarda da zaman böyledir. Vakitler yavaş, âheste âhestedir ve insana geçmiyormuş gibi gelir. Bir yörük kadının oğluna “Dağ zamandan âzâdedir oğlum! Dağa zamanı insan getirir.” deyişini hatırlıyorum. Gerçekten de dağlara zaman fikrini insan getirir. Sanki biz buralarda olmasak, zaman dağlara hiç uğramayacakmış gibi bir hal vardır onların üzerinde. Çünkü bir dağ üzerinde zaman fikri çok siliktir. Belki de bu, zamanın tahakkümünün zayıflaması ve bizi “ân”a yaklaştıran bir işleyişin gücü sayesinde mümkün olmaktadır. Ancak bir şeyi fark ettim ki, böyle olduğu için dış dünyadaki yaşanmışlıkları çoğu zaman çok net hatırlayamıyorum. Onlar giderek silikleşiyor ve bazen de bir kısmını unutuyorum. Bu içimizdeki dünyanın genişlemesinin bir bedeli midir? Bunu da bilemiyorum.
Abazdağı’na yolculuk burada sona eriyor ve bundan sonra dağın kendisi başlıyor.
İLGİLİ HABER
Yasin Şen: Abazdağı'ndaki EvİLGİLİ HABER
Abazdağı'na Kurulan Çadırlar - Yasin ŞEN