Çatalpınar'da Mısır ve Mısır Ekmeği Kültürü - Yasin Şen

TAKİP ET

Eğitimci-Yazar Yasin Şen, Çatalpınar'da Mısır Ve Mısır Ekmeği Kültürü isimli yazısına yer verdi.

İlkokuldayken öğrenciler sabahçı ve öğlenci diye iki gruba ayrılırdı. Biz okula öğlen gider, akşam gelirdik. Özellikle kış vaktinde çıkış zamanımız havanın karardığı zamana denk gelirdi. Biz de karanlığın içinde yokuş yukarı çıkar, ağır adımlarla evin yolunu tutardık.

O zamanlar evde para olmadığı ve okula harçlıksız gittiğimiz de vakiydi. Böyle zamanlar annem bana birkaç yumurta verir, onları okulun yanındaki bakkal Ali Abi’ye satar, karşılığında da karnımı doyuracak bir şeyler alırdım. Bazen ise yumurta da olmaz, onun yerine fırında pişirilmiş köy ekmeği veya mısır ekmeği verirdi annem. O da benim, o gün ders aralarında gizliden gizliye gıdalandığım beslenmem olurdu. Gizliden gizliye diyorum, çünkü çantamdan evden getirdiğim şeyleri çıkarıp yemekten çok sıkılır ve utanırdım. Çocukluk işte…

Galiba ilkokul ikinci sınıftaydım. Yine okula harçlıksız gidecektim. Üstelik evde yumurta da yoktu. Annem bana bu sefer de pişirdiği ekmeklerden vermişti. O gün teneffüs aralarında ekmeği lezzetle, azar azar yediğimi hatırlıyorum. Okul çıkışı karnım acıkır diye son bir lokmayı yemeyip çantama koymuştum. Akşam olup da karanlıkta eve doğru yol alırken bir ara acıktığımı hissettim. Aklıma o, son bir dilim ekmek parçası gelmişti. Çantamı açtım, poşetin içindeki o lokmayı çıkarıp âfiyetle yedim.  Ne kadar lezzetli idi o bir lokma ekmek! O zamandan beri, yediğim hiçbir yemekte o lezzeti bir daha bulamadım. Ne vardı ki onun içinde? Kim bilir, belki muhabbet, belki bereket yahut her masumun hayatında tecelli edebilen ilâhî bir lezzet vardı. Yoksa toprağın samimiyetiyle anne şefkatinin katık edildiği o mısır ekmeğinin bu kadar lezzetli olmasına şaşmamak gerekir!

            Bazen, dışarıya oyun oynamak için çıktığımızda elimizde karnımızı doyurmak için azıcık bir ekmek parçası olurdu.  Bir yandan yemekle meşgulken, gözlerimiz oyunun hararetiyle fıldır fıldır olurdu. (Tabii bu arada arkadaşlara da elimizdekini ikram etmezsek ayıp etmiş olurduk! Zira göz hakkı denen bir şey vardı). O esnada yere düşen ekmek parçalarını öper “Bismillah” deyip yüksekçe bir yere koyardık. Çünkü ekmek aziz bir varlıktı. Ekmeğin üzerimizde büyük bir hakkı vardı. Bu hakka titizlikle riayet etmek lâzımdı.  Bu, çocuklara verilen terbiyenin de bir gereği idi. Yerden kaldırıp bir başka yere konulan o ekmek parçaları da kurdun kuşun nasibi olurdu.

Mısır tarlalarının evlerin her yanını çevrelediği zamanlarda ekmekler de mısır unundan yapılırdı. Değirmenden (köylü değmen derdi) getirilen unlar akşam sabah güzinenin ambarında pişirilir ve sıcak sıcak yenirdi. Doğrusu çok lezzetliydi bu ekmekler. Hele kışın tadına doyum olmazdı. Bazen içine yeşil soğan katıldığı da olurdu. Bunlara “pırasalı ekmek” denirdi.

Çocukluğumda Tokat’tan masmavi ve boncuklarla bezenmiş traktörleriyle işçiler gelir, bunlar mısır tarlalarını sürerlerdi. O zamanlar toprağın kokusu duyulurdu köyde daha çok. Bu koku insanın burnunu sızlatırdı. Bu işçilerin ve traktörlerinin kendilerine has bir şekli ve dünyası olurdu. Mısır tarlaları ortadan kalkınca onlar da görünmez oldu. 2016 senesinin yaz tatilinde arkadaşım Fatih Yeşersin’in düğünü için Tokat-Erbaa’ya giderken yol boyunca bu traktörlere rastladım. Köyün eski hâli canlandı gözümde.

Tabi mısır tarlaları ortadan kalkınca mısır da hayatımızda artık çok az yer işgal eder oldu. Önceden kocaman kocaman mısırların yanından geçmeye korkardım. Şimdi mısır tarlaları, yerini fındık bahçelerine bıraktı.

Mısırın kendine has kelimeleri vardı. Mısırın kırmızısına “bey” denirdi. Birkaç kişi bir araya gelir, mısırları gövdelerinden ayırırdı. Kırmızı mısır bulmak âdetâ zevkli bir oyun hâlini alır ve onu bulan kişiye de bir pay düşecek şekilde o mısıra “bey” unvanı verilirdi. Bu, başka bir kişi kırmızı yani “bey mısır” bulana kadar devam ederdi. Bundan başka ak mısır, kırmızı mısır gibi türler de vardı.

Mısırın ucu çatallı, ikiz, üçüz olursa bunlara “bereket” denirdi. Bunlar evlerin yüksekçe yerlerine asılırdı. Bazen bunlar -serender de denilen- mısır ambarlarına asılırdı. Yine “mısır çivisi” tabir edilen bir alet vardı. Babaannem bunu mısırların biçildiği zamanlar çok kullanırdı. Mısırı gövdesinden ayırmak için kullanılırdı bu mısır çivisi.

Mısıra köyde “misir”, mısır tarlasına “misirlik” denirdi. Mısırın püskülü de çok önemliydi köylü için. Ona süpürgelikten bozulmuş olarak “süpükelik” denirdi. Bu püsküllerden süpürge yapılırdı. Bu işi geçim vasıtası olarak görenler vardı. Rahmetli Server Dayı köyde bu işi yapanlardan biriydi. Köfron Kemâl Emmi’yle Kil Köyü’nden Maraşo Dayı da süpügelik yapan ustalardandır.

Mısıra köyde sütdarı da denirdi. Sütü çıkan mısırlar, afiyetle yenmek üzere hemen gövdeden koparılırdı. Mısırlar kuruduğunda bir orakla “yarı bel”inden kesilirdi. Tarlada kalan bu gövdenin alt kısmına “kevük” denirdi. Gövdenin üst kısmı ise “alaf” adını alırdı. On beş-yirmi kadar alafın bir araya getirilmesiyle “deste” meydana gelirdi. Destelere “bağlama” da denirdi. Bunlar kışın hayvanlara verilirdi. Bazen de hayvanların altlarına serilirdi.

Mısır alafları desteler hâlinde evin önüne getirilir ve özellikle yaşlılar mısır çivisi ile kuru mısırları alafların gövdesinden ayırırdı. Bunlar da “ılazıt” dediğimiz yine küçük bir mısır çeşidi ile bir boğum olmak üzere bağlanırdı. Ilazıt yoksa bunlar telle bağlanırdı. Evin hemen yanında veya tarlalarda bunlar çok sistemli ve dikkatli bir şekilde, bir çadırı veya otağı andıracak biçimde gruplar hâlinde istiflenirdi. Buna ise “cuğul” denirdi. Sonra bu cuğullar, çadır şeklinde istiflenir ve tömentü adını alırdı. Bu yığma işi daha büyük yapılırsa bu sefer de buna “höbek” adı verilirdi. Bu höbeklerden tarlalarda birkaç tane olurdu bazen. Höbek yapan belirli kişiler olurdu. Köfron Kemâl Emmi, Şükrü Amcam köyde höbek yapabilen nadir kişilerdendir. Biz bu höbeklerin altına gizlenir ve oyunlar oynardık. Buralar kışın köpek ve kedi gibi hayvanlar için soğuk havada köyün sımsıcak mekânlarını teşkil ederdi. Hayvanlar buralarda güven içinde uyuyabilirdi.

Mısırlar gövdelerinden çıkarıldıktan sonra “dartamı”lara doldurulurdu. Bu “dartamı” kelimesinin de mısırla bir ilgisi vardır ya... Mısıra köyde ayrıca “darı” denir. Bu dartamı tabiri “darı tamından” gelmekteydi. Bir bakıma mısır deposu idi buralar. Bazen mısır tavuklara verilmek üzere ufalanırdı. Kalan kısmına biz kesmük derdik. Kışın bunlar sobanın tutuşturulması için kullanılırdı. Patlamış mısıra ise “pıtlak mısır” denir. Bunun için tarlalarda ayrı bir yer ekilirdi. Kışın bu pıtlak mısırlar misafirlere ikram edilir.

Zamanla mısır tarlalarına fındık fidanları dikilmeye başlandı. Fındıklar büyüdükçe mısır bahçeleri küçülüyordu. Neticede bu tarlaların büyük bir kısmı ortadan kalktı. Artık onlar hatıralar arasında kaldı.

Mısır tarlalarına dair yaşadığım bir hatıram şöyledir: Ortaokulda Türkçe öğretmenim Celalettin Fuat Güreldi’nin teşvikiyle Kemalettin Tuğcu’nun hikâyelerini okumuştuk. Onlardan büyük bir zevk almış olacağım ki, elime geçen Tuğcu hikâyelerini ve çocuk romanlarını bir çırpıda okuyordum. Buna okumak denmezdi. Ben âdeta o hikâyeleri yaşıyordum. Meselâ bir Hacı Baba’yla dost oluyor, hafiften iç burkan, kanaatkâr, bir okadar da samimî hayatını onunla birlikte yaşıyor, bazen bir çocuk olup kır, bayır, tepe demeden koşuyor, kendimce yaşamanın lezzetine varıyordum. Kendimi iyice kaptırmıştım bu hikâyelere. Romantik bir gerçekçilik benim bütün dünyamı kuşatmıştı.

Tuğcu’nun kimbilir hangi hikâyesinde yetim bir çocuk ve ona miras kalmış, yıllarca işlenmemiş bir tarla anlatılıyordu. Kahraman büyüyüp de belli bir yaşa geldiğinde, ailesinden miras kalan tarlayı ekmeye başlıyor. Tarla yıllarca işlenmemiş olduğu için, alınan mahsul çok verimli oluyordu. Hatta köylüler bile “Biz de mi tarlalarımızı böyle dinlendirsek?” gibi bir şeyler söylüyordu. Aslında bu düşünce benim de kafama yatmıştı. Biz de mısır tarlamızı dinlendirebilir, böylece tarladan iyi bir ürün elde edebilirdik. Konuyu anneme veya babama açmalıydım. Nitekim böyle pırlanta gibi bir fikir kaçırılmamalıydı. Fikrin de nazar-ı itibara alınacağına yüzde yüz emindim. Mevzuyu anneme açtım: “Anne, biz de tarlamızı dinlendirelim mi?”

Aldığım cevap, taptaze dimağımın, realitenin bambaşka bir şey olduğunu yeni idrâk etmesi açısından, benim için ne kadar çok şey ifade ediyordu: “İşi ney? Dinlensin dâ urda!”

Haklıydı annem; işi neydi tarlamızın! Karadeniz’in cömert havasından her yıl payına düşen yağmuru hiç eksiksiz alıyordu. Sürülüyor, bağrına tohum serpiliyor, bakıma da yapılıyordu. Haklıydı annem, “İşi ney”di?

Mısır tarlaları köyün eski sosyal hayatında çok önemli bir yere sahipti. Sadece ekmeğin uzun bir süre mısır unuyla yapıldığını söylemek bunun ne demek olduğunu anlatmaya yeter. Bazen köylüden mısırın eski sosyal hayatımızda önemini ifade eden hatıralar işitiyorum. Bunlardan biri şöyledir: Abazdağı’nda Mengil Dayımın yerinde fındık topluyorduk. Mahmut Abi, “On dört, on dört” diye bağırıyor ve Abazdağı’nı inletiyordu. Aslında o sezon hep böyleydi. Neyse! Aradan bir müddet geçti. Yukarı bahçede fındık toplayan işçiler tarlayı bitirmişler ve başka bir yere geçiyorlardı. O esnada işçilerden biri Mahmut Abi’ye “Abi sen on dört on dört diye bağrıyon da bu ne demek?” diye sordu. Mahmut Abi de “Bi dal cigara ver söyleyim!” dedi. Adam da “Ben cigarayı bıraktım.” deyince Mahmut Abi “O zaman söyleyemem.” dedi. Adamın sorusu merakımı çekti. Adam gidince “Mahmut Abi yahu bu on dört muhabbeti nedir?” dedim. Mahmut Abi şöyle dedi: “Önceden ot kazarken (tarlaya bir şey ekmeden önce yapılan işleme denir) bu iş belli bir sıra hâlinde yapılırdı. Kimileri geride kalırdı. Önde gidenler bu geride kalanlara “On dört on dört / Kazamadığın yeri ört” derlerdi. Yani bu da ileriye geçin demek olurdu.”