YENİ ADLİ YILA DAİR

TAKİP ET

15 Temmuz Darbe girişiminin ardından yürütülen mücadele, FETÖ örgütünün en başta yargıya sızarak adli teşkilatı kendi emelleri doğrultusunda kullandığını ortaya koydu.

Artık geçmişte verilen hemen her karar ne yazık ki tartışma konusu. Zira öyle ya da böyle karar makamında olan yargı mensuplarının yarıya yakınının örgüt mensubu olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar Yargı kurumları iç temizliklerini diğer kurumlara örnek olacak titizlik ve kesinlikte yapmış olsalar da; örgütün enfekte ettiği elemanları hızla tasfiye etse de mahkeme arşivleri eski FETÖCÜ yargı mensuplarının iddianame ve  kararları ile dolu durumda.

Garip bir paradoks olarak karşımıza çıksa da yargı, tasfiye edilen örgütçü kadroların yarattığı güven bunalımı mirası ile karşı karşıya.

Görünen o ki bu bunalıma sebebiyet vermiş örgüt mensuplarının yargıdan atılmış olması tek başına, kaybolan güveni geriye getirmeye yetmemiş.

Yeni Adelet Bakanımız Abdülhamit GÜL’ün makama çıktıktan sonraki ilk beyanlarında "Yargıyagüveniartırmanınüzerindeçalışıyoruz" dediği malumumuz...
 
O halde yargının tüm kurumlarıyla bu güven bunalımını aşmanın yollarını araması ülkemizin en güncel ve temel sorunudur.

“Yargıya Güven” dediğimizde her şeyden önce yargının uygulamak zorunda olduğu, bağlı bulunduğu normlara güvenden söz etmemiz gerekir:

1.Kanun,tüzük,yönetmelik gibi formlarda karşımıza çıkan bir “norm”a istisnasız tüm vatandaşların –makamı ve konumu ne olursa olsun- itaat etmesi gerekir. Buna normun efektifliği denilmektedir.
2.Sonrasında ise bu normun uygulanmasının (itaat edilmesinin) beklenilen yararı sağlayıp sağlamadığına bakılmalıdır. Buna da normun etkililiği diyoruz.
Bir örnekle açıklamak gerekirse ailenin korunması ve kadına yönelik şiddetin önlemesi hakkındaki kanuna bakabiliriz: Kanunun sadece adından yola çıkarak amacını kolayca anlayabiliyoruz: Aileyi korumak ve

Kadına yönelik şiddeti engellemek
a-Bu kanuna uyuluyor yani itaat ediliyor mu?
b-Bu kanunun uygulanması aileyi koruyor ve şiddeti engelliyor mu?
Son sorudan başlayacak olursak bu kanunun aileyi korumadığını ve kadına yönetil şiddeti engellemediğini boşanma istatistiklerinden ve kriminal raporlardan net biçimde görebiliyoruz.  Peki bu kanuna vatandaşın uyduğu/itaat ettiği söylenebilir mi? Yine, verilen tedbir kararlarına uyulmadığını,hatta sonrasında daha büyük ve tatsız olayların geliştiğini bildiğimize göre bu soruya da “EVET” cevabını vermek mümkün gözükmüyor!
Yani bu norm ne EFEKTİF ve ne de ETKİLİ bir normdur.
Yargıya olan güvenin temelinde ilk olarak , vatandaşların davranışlarınınmevcut normları izlemediği /izlemeye değer bulmadığı sorunu yatmaktadır.
İkinci olarak bizatihi YARGI, uymak zorunda olduğu mevzuata (normlara) gerçekten sadık kalmakta mıdır?  Öyle ya, öncelikle yargı mensupları bir normu uygulamaz, onu “adamına göre” tatbik eder veya tamamen görmezden gelirse vatandaştan normlara ve nihayetinde yargıya güven/itaat nasıl beklenebilir?
Hakimin bir ideolojisi olmaz, veya cübbesini giydiğinde her türlü düşünce ve ideolojik kanaatlerinden bağımsız karar vermesi beklenilir!

Hakim kanunlara uygun karar vermeli, kanunu yok sayan, onun lafzını ve manasını çiğneyen yorum yapmamalıdır!
a.Açıklık durumunda yorum yapılamaz
b.Kanunun sözünden (lafzından) uzaklaşılamaz
c.Açıklık yoksa ve kanunun lafzı tam anlaşılamıyorsa yapılacak yorum dürüst olmalıdır.
Bütün bunlara uygun hareket etmeye ise yukarıda bahsettiğimiz “hakimin ideolojisi olmaz” ilkesinin tersi gibi görünse de aslında tam olarak eşanlamlısı olan “HAKİMİN NORMATİF İDEOLOJİSİ” denilmektedir. Buna göre hakimin tek bağlı olduğu şey, yasa koyucunun çıkardığı normlardır!
 
Hakimin görevi kanun yapmak değil kanunu uygulamaktır. Hakim kanunu yargılamamalı, kanuna göre yargılama yapmalıdır; kanun üzerinde değil kanun uyarınca hüküm vermelidir.
Demek oluyor ki önce hakimler/savcılar kanuna uymalıdır ve ona göre hüküm vermelidirler (Hakimin normatif ideolojisi), arkasından vatandaşlar kanuna itaat etmelidir (normların efektifliği) ve son olarak bu kanunlar ve sair normlar çıkarılma amacı ne ise ona sağlamaya elverişli olmalı, uygulandığında maksat hasıl olmalıdır (normların etkililiği)

Bu teorik girizgâhtan, güncel bir bakış açısına geçecek olursak
Hakimlerin kendilerini normlarla bağlı hmediklerini ve pek çok kez normların hilafına hüküm verdiklerini açıkça görebilmekteyiz. Anayasa mahkemesine somut norm denetimi çerçevesinde “karşı taraf vekalet ücretinin” iptali için başvuran hakimin, yüksek adalet duygusu ile değil, yargı mensuplarının iç çekişmeleri (avukat-hakim) ve buna bağlı olarak avukatların kazandıkları (aslında maalesef  kazanamadıkları) vekâlet ücretini sindiremeyen bir yargı mensubunun açık yasa hükmüne ve bu konuda daha önce verilmiş Anayasa Mahkemesi kararına açıkça aykırı olarak hisleri ile ve nefsani dürtülerle hareket ettiği ortadadır.
Hakimlerin uymadığı ve kendilerini bağlı hmediği normları/mevzuatı vatandaşların da takmadığı bir hakikattir.
Belki de yargıya olan güvenin azalmasının gizli öznesi, sık sık ve hızlıca çıkarılan mevzuatın uygulanması halinde bile etkili olamamasıdır. Bunun bir çok sebebi olabilir: Kanun metinlerinin çok hızlı hazırlanması, kanun komisyonlarında vazife yapanların ehil olmaması veya uygulamayı bilmemesi/fazla teorik veya akademik kalmaları, meclis çoğunluğunun tesiri ile tasarı veya tekliflerin yeterince müzakere edilmemesi, “torba yasa” tekniğinin fena bir ahlak halini alması ve kanunların sistematik ve konu bütünlüğü dışında çıkartılması, Olağanüstü Halin icapları dışında ve alakasız konuların OHAL KHK ile düzenlenmeye çalışılması vb…

Bu konuda somut örneklerimizi sıralayacak olursak:
1-Yargıya güvenin en önemli ayağı kaliteli ve dürüst hukukçular yetiştirilmesidir. Sayıları 100’ü çoktan geçmiş bulunan ve her yıl 16-17 Bin Mezun veren Hukuk Fakültelerinin nitelikli hukukçu yetiştiremediği açıkça bilinmektedir. Hukuk eğitimine hızlı biçimde el atılmalı, fakülte kontenjanları düşürülmeli, asgari standartları sağlayamayan fakülteler ya kapatılmalı veya akredite olmaktan çıkartılmalıdır.
 
2-Dürüst,ahlaklı, meslek etiğini özümsemiş hukukçuların hakim,savcı ve avukatlık mesleklerine kabullerinde bu ilkeleri objektif olarak tartacak bir mekanizma ne yazık ki mevcut değildir. Avukatlık mesleğinin başlangıcında bir sınav olmadığı gibi mesleğe takdimdeki değerlendirmeler kağıt üzerinde kalmaktadır. Üstelik Anayasa Mahkemesi bir hukuk cinayetine imza atarak mesleğe kabul şartlarından olan “Avukatlıkmeslekineyaraşmayacaktutumvedavranışlarıçevresincebilinmişolmak”kuralını iptal etmiştir.
Hakimlik mesleğine kabulde ise mesleğe yaraşmayacak tutum ve davranış değerlendirmesi gerektiği gibi yapılamadığı, yapılmaya çalışıldığında ise bunun kayırmacılık vasıtası olarak kullanıldığı kanaati yaygındır.
Objektif  ve bilgiden çok muhakeme yeteneğinin ölçüldüğü bir sınavdan sonra, bağımsız kuruluşlara yaptırılacak mülakat ve araştırmalar ile güvenlik soruşturması dışında adayların mesleğe elverişliliği titizlikle saptanmalıdır. Bunun için bir araştırma ve bir de mülakat heyeti teşekkül ettirilmeli, bu heyetlere toplumun her kesiminden ve düşünceden insanlar dahil edilmelidir. Güvenlik soruşturması ve mesleğe yaraşırlık incelemesinin ardından üyelerinin, mülakata alınan adayları görmediği v tesadüfi bir sıralama ile değerlendirdiği bir mülakat heyetince değerlendirme yapılmalı ve hemen bu sırada verilen not adaya açıklanarak kayda geçirilmelidir.
Hakim ve Savcının güvenilir bir biçimde seçilmediği  Yargı sistemine güvenmek pek de mümkün değildir. Yargıya Güvenin inşasında eğitimin ardından sınav ve mülakat güvenirliği derhal sağlanmalıdır.

3-Mahkemelerin öngörülebilir ve düzgün (yasalara uygun ve herkes hakkında eşit) karar vermesi sağlanmalıdır. Yani benzer her durumda. Türkiye’nin her yerindeki mahkemelerden aynı karar çıkmalı ve elbette bu kararlar yasalara uygun olmalıdır. İstinaf uygulamasının ülkede bir çok-başlı hukuka yıl açacağı endişesi ne yazık ki bertaraf edilmiş değildir.

4-Yine mahkemeler kararlarını belirlenebilir/hesap edilebilir bir sürede vermelidir. Birkaç ayda karar veren bir hakimin aksine yıllarca süren yargılamada karar veremeyen mahkemeler de yargıya güvensizliği beslemektedir. Özellikle ilçe adliyeleri ile il adliyeleri; Küçük illerin adliyeleri ile büyükşehirlerin/revaçta olan illerin adliyeleri arasında derin bir kalite, kontrast farkı bulunmaktadır. Yetki kuralları olmasa vatandaşlar davalarını daha tecrübeli ve nitelikli hakimlerin görev yaptığı mahkemelerde açmakta ve  bunun için yüzlerce kilometre yol katetmekte tereddüt etmeyeceklerdir.

5-Verilen kararların düzgün (yasalara uygun ve eşit), öngörülebilir ve azami süre aşılmadan verilmesi kriterlerine göre performans değerlendirmesi etkili olarak mutlaka yapılmalı ve emek sarfeden/çalışan yargı mensupları ödüllendirilmelidir.

6-Ağır Ceza merkezi olmayan küçük ilçe adliyelerinde neredeyse tamamen kuradan gelmiş ve hiç tecrübesi olmayan hakimlerin görev yapıyor oluşu büyük bir sorundur. Avukatlıktan hakimliğe geçiş kanalının burada kullanılması önerilebilir: Şöyle ki bu ilçeler için müstakil bir sınav yapılıp sadece bulundukları ilin ilçelerinde görev yapmayı taahhüt eden avukatların hakimlik mesleğine geçişleri sağlanabilir. Taahhütleri gereği bu statüde hakimlikgörevine gelecek avukatlar, ileride başka bir ile tayin isteme hakkına sahip olamayacaklar ve sadece o ilin ilçeleri arasında yer değiştirebileceklerdir. Böylece adliye bulunan küçük ilçelerde bile tecrübeli hakim ve savcılar görev yapabilirler…

7-Ve elbette toplam kalitenin önemli unsuru avukatlık mesleği de yeniden gözden geçirilmeli, iyi planlanmış bir sınav ile staja kabul, staj sonrası ikinci bir başarı sınavı ve hakkıyla uygulanan mesleğe yaraşır olup olmama değerlendirmesi yapılmalıdır. Mesleğe kabulden sonra da uzmanlaşma, uzmanlaşılan alan dışında çalışmama ve bu alanda zorunlu eğitim esasları getirilmeli, hakim, savcı ve avukatların tamamına belli periyodlarla meslekte yeterlilik sınavı/değerlendirmesi yapılmalıdır.Ayrıca bir yargı çevresinde sadece oraya kayıtlı avukatlar görev yapmalı, olumsuz koşullarda çalışmayı göze alan avukatlar dışarıdan gelecek meslektaşlarına karşı korunmalıdır. Disiplin kurulları seçimle değil çok zor şartların aşılmasının ardından kura ile belirlenmelidir. Ancak özellikle avukatlık mesleğini yürütenlerin bir ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz bırakıldığı bilindiğinden disiplin incelemesi mutlak suretti yine meslekten avukatlarca yapılmalı, bu iş mahkemelere veya avukatların oluşturmadığı kurullara bırakılmamalıdır.

8-Avukatlara ve savunma mesleğine önem verilmeli, çalışma koşulları iyileştirilmelidir. Bu gün avukatlar gelir düzeyi ortalamasında hakim ve savcıların çok gerisinde kalmıştır. Derin bir geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı yaşayan avukatın savunmanın hakkını vermesi düşünülemeyeceği gibi, katı etik kurallarına uymasının beklenilmesi de gerçekçi olmayacaktır. Bunun için mahkeme ve kurumlarda avukatsız temsil olmamalıdır. Hukuki himaye sigortası bir an önce yasa ile zorunlu hale getirilmelidir. Unutulmamalıdır ki sağlık sigortası olması bu gün çok övündüğümüz ve gerçekten de dünya standartlarının üzerine çıkan sağlık sisteminin işlemiş mümkün olamazdı. Avukatlık ücreti ve yargı masraflarını cebinden karşıladığı gibi herkes kendi imkanları ile sağlık hizmetleri almaya kalksa  hemen hiç kimse tedavi göremez, sağlık içinde yaşayamazdı. Hukuki güvenliğin de en az sağlık hizmetleri gibi asli bir ihtiyaç  olduğunu kavrayamazsak adil bir yargı inşa etmek ve yargıya olan güveni artırmak da mümkün olmayacaktır.

9-Yasalar dil olarak değil hacim olarak sadeleştirilmeli, içinden çıkılamaz ve meslek erbaplarınca dahi bilinemez devasa mevzuat külliyatı azaltılmalıdır. Mevzuat hazırlama aşamasında uygulamacılara  daha önemli bir rol verilmeli, teorik fantezi kabilinden yasalar çıkartılmamalıdır. Yasa metinleri mutlaka önceden barolar başta olmak üzere ilgili meslek kuruluşları ve STK lar ile paylaşılmalı, ve mecliste geniş geniş müzakere edilmelidir. Torba Yasa anlayışından vazgeçilmeli dahası çok gerekmedikçe yasa çıkartılmamalıdır. KHK lere sınırlı olarak başvurulmalı ve olağanüstü halin gerekleri dışında KHK düzenlemesi yapılmamalıdır. Somut olarak açıklayacak olursak günümüz koşullarında FETÖ ile mücadele konusunun dışında bir düzenleme KHK ile yapılmamalıdır.

10-Ülkenin hukuk politikalarının belirlenmesinde kökü dışarıda örgütlere söz hakkı tanınmamalı özellikle aile hukuk konusunda bu örgütlerin yarattığı tahribat hızla tamir edilmelidir. Sorosçu vakıf ve fonların desteklediği küreselci ideolojinin projesi olan çalışmalardan geri adım atılmalı ve bunların uygulanmasına son verilmelidir

11-Jüri sistemine yer verilmeli;  Jürinin yargı sistemimiz ile uyuşmadığı söylenecek olursa en azından her dava dosyaya has  olmak üzere kura ile halktan hakim yardımcıları atanarak vatandaşların da yargı sürecine dahil olması sağlanmalıdır.

12-Adalet Komisyonlarına barodan (en azından bir gözlemci) üye atanmalıdır.
 
“Halkın Selameti En Yüce Kanundur”  (Salus Populi Suprema Lex)
Bunun dışında her şey ideolojik saplantı veya bir takım zümrelerin projesidir.
Yeni adli yılın adalet getirmesi dileklerimizle