Yasin Şen: Abazdağı'ndaki Ev

TAKİP ET

Bazen Abazdağı'ndaki eski evin elimizde bir resminin olmayışını üzülerek hatırlıyorum.

Birkaç neslin beşiği olmuş bu yuvayı çocukluğumun bütün buruk sevinçleriyle beraber gönlümde buluyorum. Duvarları toprak sıvalı bu evi hangi kelimelerlerle tarif edeyim, bilemiyorum. Çıkması, horsası, küçücük mutfağı ve bizim yer yatağında uyuduğumuz ufacık odasıyla basitliğin gösterişten ziyade insanı en mutlu eden hâllerden biri olduğunu haykırıyor gibiydi.

Dedem, babam, annem, babaannem, amcalarım, amca çocuklarım hep burada işte bu küçücük evde yaşamışlardı. Burada beslenmişler, burada dinlenmişler, burada Abazdağı’nın binbir cümbüşüne dâhil olmuşlardı.

Karanlığın en derin, en zifiri, en tedaili yaşandığı bu hayaller diyarında bu ev benim iç dünyamın dekorunu muhabbetle yapan bir âbide idi. Yer yer çürümeye başlayan çıkmadaki tahtaların, duvarlarından dökülen toprağın onun yıkılacağını haber verdiğini elbette bilemezdim. Ve bir gün o da hayatımızın diğer mütevâzi kahramanları gibi çekilip gitti elimizden. Yıkılan ağaçlardan, kışla beraber toprağın derinlerine çekilen çiçeklerden ve küçücük dünyamı ören garip hatıralardan dimağımda kalan her ne ise onun yıkılışından payıma düşen de o oldu.

Bir kurşun yarası gibi hüznümüzü hep sonra hissediyoruz. Onları bize yıllar ve gurbet hatırlatıyor. Bir gurbet deminde özlemi tattıkça, bir muhasabe iklimine çekildikçe yaşadığımız onca şey de içimizde kımıldamaya başlıyor. Bu hep gurbette mi olur? Bilemiyorum. Fakat gurbetin, sıladan uzaklarda olmanın hatırlayışla çok derin bir bağı olduğunu düşünebiliriz. Esasında insana en yakışan duygu da bu daima bir şeyleri hatırlatıcı bir gurbet hissi değil midir? Kelimeyi hangi mertebeden anlarsak anlayalım, ne düşünürsek düşünelim biz mânâsının bütün derinliği ile hep bir gurbetin içindeyiz ve aslında bu sayede bir şeyleri hatırlamakla meşgulüz. Dolayısıyla gurbet hissi hatırlamamız için vardır.

Eğer yaşadığımız bir gurbet hissi bizi geçmişin hüzünlü hatıralarına ve içimizdeki o çok kıymetli âhenge yaklaştıramıyorsa gerçekten biz hiç yaşamıyoruz demektir.

Hüzün ve gurbet, zihnimizin kuytularından çıkıp geldiğine şaşırdığımız oluşları harekete geçirir. Ben de bundan ötürü zamanla bu iki kelimeyi sevmeyi öğrendim. Bir de onların insanın mutlak hâlleri olduğuna inandım. Dolayısıyla özlemeyi, gurbeti ve hüznü asla yadırgamıyorum. Onlar bizim asli hâllerimiz. Hüzün ve gurbetle yaşamayı öğrendikçe içimizdeki ben’e herhalde biraz daha yaklaşacağız.

Abazdağı’ndaki ev de bana işte hep bir hüzünle geliyor. Hatırlayış dediğimiz bir iç kımıldanışına bürünüyor. Mutfağında gelen misafirlerle yediğimiz yemekler, edilen sohbetler, yağmurdan sakınmak için altına girdiğimiz çıkması, geceyi evin ahırında geçiren hayvanlar, onların hep bir hatırayı yüklenmiş gibi gelen çan sesleri (çav derdik), bitip tükenmez bir hayâl ikliminin yurdu olan gece, evin penceresinden içeriye süzülmek için sabırsızlanan ham armut ağacı, etrafımızı çevreleyen fındık bahçeleri ve ormanların uğultusu giderek önce bir hatırlayışın ve sonra da bir hüznün parçası oluyor. Anlıyorum ki, mekân ve insan kendisini var eden bir çevrenin etkisiyle genişliyor, varlığına dokunan diğer şeyler sayesinde bir bütünün uzvu olduğunu anlıyor.

Hatıralar ve Abazdağı’ndaki ev… Onlar bana bir bütünün uzviyeti olduğumu hâlâ duyurmaya devam ediyorlar. Düşüncenin ve sevmenin var olmak demek olduğunu söylüyorlar. Hatırlamayı sevmenin ise aslımıza sadık olan en aziz duygulardan biri olduğunu fısıldıyorlar. Öyleyse diyorum, iyi ki Abazdağı’ndaki o ev var olmuş ve bir çocuk mahiyetini bir türlü anlayamadığı garip düşüncelerin, tuhaf hayallerin ve acayip hislerin derinliklerinde bir başına orada kulaç atmış.
 

Abazdağı'na Kurulan Çadırlar - Yasin ŞEN

yasin şen abazdağı