Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU "NEYE LAYIKSANIZ"

TAKİP ET

İslam tarihini irdeleyerek Hz Osman'ın halifeliği ile çatırdamaya başlayan ve nihayet Kerbela ile zirveye çıkan ;

İslam tarihini irdeleyerek Hz Osman’ın halifeliği ile çatırdamaya başlayan ve nihayet Kerbela ile zirveye çıkan “taraf olma”, “politize olma”, “baş olma sevdası” ve “fanatizm”in; bizzat Allah tarafından “alemlere rahmet olarak” gönderildiği müjdelenen bir peygamberin torunlarını nasıl vahşice katledip yok edebildiğini öğrendiğim günden beri siyasi konular hep aklımın midesini bulandırmayı başardı.

 

Bu nedenle olsa gerek bugüne kadar siyaset, -izm ve -ist eki taşıyan hiçbir oluşum; taraf olmak adına tek satır yazdığımı anımsamıyorum. Ama toplum içinde yaşayan bir fert olarak da olan bitene kayıtsız kalmak bize göre değil. Zira hep andığım gibi Müslüman olmak kaliteye mecbur olmaktır.

 

Bu yüzden de özellikle son dönemde artık neredeyse hayatımızın her anına nüfuz eden “yerel seçimler” ile ilgili birkaç kelam etmek istiyorum. Zira kafamızı nereye çevirsek, hangi siteyi açsak, hangi kanala zoomlasak, hangi dost meclisinde otursak ortak konu “yerel seçimler” …

 

Ama itiraf etmek gerekir ki bizim gibi ülkelerde siyasetin girdiği yerden akıl, mantık, basiret, feraset, ahlak, vicdan çıkıp gidiyor geriye sadece hırs, öfke, kin, nefret ve düşmanlık kalıyor!.

 

Peki Müslüman siyasete bulaşmamalı mı?

 

Tabi ki müslümanın da bir dünya görüşü, hayata bakış açısı, devlet yönetimi olacak.

 

Ama bu bugünkü “kime oy vereceksin” karmaşasında toplumu adeta ortadan keskin bir bıçak ile ortadan ikiye bölen bir kutuplaşma şeklinde mi olmalı bu? Veya etrafını leş kargaları bürümüş bir coğrafya içinde üzerinde yapılan planların, ekilen fitne ve fesat tohumlarının hakkını eda etmek için çabalayarak mı?

 

Şu süreçte bu toplumu birleştirmek, kucaklaştırmak, bir araya getirmek; “yahu yapmayın, siz aynı coğrafyanın birbirine mecbur olan, yarın birbirinizin yüzüne bakacak insanlarısınız” üslubuyla kaç tane yazı okuyabildiniz, kaç tane video izleyebildiniz, kaç sohbete şahit olabildiniz?

 

Kendi gibi düşünmeyeni kafir ilan eden mi dersiniz, “ya benim gibi düşün ya yok ol” zihniyeti ile hareket eden mi dersiniz, vatan haini ilan eden mi dersiniz…

 

Küfürler, hakaretler, tehditler havada uçuşuyor.

 

Üstelik bayanların da ortak kullanım alanlarında.

Ağza alınmayacak, edep sınırlarını aşan, belden aşağı kültürünün en iğrenç diliyle…

 

“Bölünmeyin, parçalanmayın” İlahi ikazına rağmen, “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi ikazına rağmen zerrece kulak asmaksızın her önüne gelen bu yangına bir bidon benzin de kendisi döküyor.

 

Açın bakın sosyal medyayı, yorumları okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.

 

Oysa ki toplumlardaki bütün zıtlaşmaların bütün inatlaşmaların bütün kavgaların bütün düşmanlıkların bütün kan, kin ve nefret olaylarının arkasında “taraf olmak” yani “fanatizm” yatmaktadır. Sağ- sol, Türk –Kürt, dindar-laik ve hatta bin yıllık Alevi -Sünni ya da Ehl-i Sünnet –Şia sürtüşmesinin temel nedeni budur.

 

Fanatik bir Fenerli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlının derdi nasıl ki “İyi futbol” “İyi oyun” daha doğrusu “spor” değilse aksine tek dertleri sadece ne pahasına olursa olsun “kazanmak”, “haklı çıkmak” ve “üstün gelmek” ise; işte bütün siyasi, ideolojik, dinsel, mezhepsel ve etnik gerginliklerin altında da bu fanatizm yatmaktadır.

 

Ama bilir ve ikrar ederim ki kim olursa olsun; hangi din, inanç ve ırktan olursa olsun fanatik olanın “Şefkat, merhamet, nezaket ve adalet” duygusu olmaz, olamaz!

 

Evet!

 

Kim ne derse desin taraftarlık yani fanatizm; siyaseten, cemaaten ve mezheben "sadece biz doğruyuz, sadece biz biliriz" demek dünyanın en tehlikeli hastalığıdır!

 

Bu zihniyet Kerbela'da Yezitleşerek zirveye çıkmış ve sırf " bizden değiller, bizim gibi düşünmüyorlar!" diye Peygamber neslinin kökünü kurutmak istemiş; Fırat’ın suyundan yılanlar, çıyanlar, sırtlanlar kana kana su içerken Peygamber torunlarından bir damlası bile esirgenmiş, günlerce aç ve susuz bırakılarak ölüme terkedilmişler ve sonunda da dağ gibi yığılmış cesetler arasında bulamadıkları Zeynelabidin hariç Ehl-i beyt'in bütün erkekleri kılıçtan geçirilmişlerdir!

 

Dikkatinizi çekerim!

 

Bu kadar zalimleşen Yezit taraftarları da Müslüman’dı, Hz. Hüseyin taraftarları da!

Ama bir taraf da zalimler diğer tarafta ise Hz. Muhammed'in masumları vardı.

 

Yine malum hariciler çok takva(!) çok muhlis(!) Müslümanlardı sabahlara kadar namaz kılar neredeyse her gün oruç tutarlardı. Kâfir oluruz diye hiç günah işlemezlerdi. Alınlarındaki secde nasırı 5 - 6 metreden belli olurdu ama sırf "bizden değil, bizim cemaatimizden değil, bizim gibi düşünmüyor, siyaseten bizi desteklemiyor" diye Hz Peygamber 'in(s.a.v)in "yetkim olsa yerime vekil bırakırım" diyecek kadar güvendiği Hz. Ali(r.a)’yi sevmiyorlar ve hatta bir tık öteye giderek O'na "kâfir" diyorlardı!

 

Lütfen bu satırlarımı siyasi, ideolojik hiçbir tarafa çekmeyin.

Mesajım gayet net…

 

Ayrışıyoruz, bölünüyoruz, sadece çıkarlarımıza tapar hale geliyoruz.

 

Zira genel olarak İslam aleminde bitmek tükenmek bilmeyen zulümlerin nedeni budur! Bu nedenle olsa gerek İslam dünyası birbirlerini yenmek ve kazanmak için uğraşan imanı gırtlaktan kalbe inmeyen Müslümanların(!) zulümleri altında inim inim inlemektedir!.. Açın bakın Endülüs Emevi Devleti’nin son dönemlerine ve günümüze getirin. Figüranların, senaryoların, şeytana rahmet okutan siyonist zekanın aynısıyla karşılaşacak ve akıl tutulması yaşayacaksınız!

 

Ayrıca çağlar ötesinden gelen “Nasılsanız öyle idare olunursunuz!” Nebevi ölçüsünü anımsamak lazım sanırım bu süreçte.

 

Evet, nebevi ikaz kısa ve net aslında.

İdarecileriniz de size benzer demektir bu.

 

Biz nasılsak bizi idare edenler / edecekler de öyle.

Yanisi bizde ne varsa onlarda da o olacak.

 

İlke, ahlak, tasavvur,feraset,basiret, anlayış, kabiliyet bizde ne kadar var ise onlarda da o kadar olacak. Zira bu insanlar başka ülkelerden gelmiyor, içimizden çıkıyorlar.

 

Bizler vicdanlı isek onlar da vicdanlı.

Bizler dürüst isek onlar da dürüst.

Bizler merhamet sahibi isek onlar da merhametli.

 

Dolayısıyla hangi amaçla oy verirsek verelim herkesin ortak paydası “daha yaşanılır bir hayat, daha huzurlu bir memleket, daha müreffeh bir yaşam” olacak.

 

Evet kabul!  Herkes başka bir şey bekliyor bu seçimden, herkesin düşüncesi, beklentisi başka. Ama kim neyi beklerse beklesin. Neyi isterse istesin.  Kim hangi dertle oyunu verirse versin.  Bizim mührü basarken; umudumuz, duamız, 'daha güzel bir memleket', ‘daha aydınlık yarınlar’ olacak.

 

Peki nebevi ikazdan yola çıkarak soralım;

 

“Oy vereceğim insanlar bana / bize ne kadar benziyor?”

 

Öyle ya hepimiz bugün yeni bir medeniyet hamlesinden bahsediyoruz. Bu hamleye ruh üfleyecek olan hakikati “taraftarlık” zihniyeti içinde nereden süzüp çıkaracağız?

 

Üç kıtada yaklaşık bin yıl dünya tarihine yön veren manevi dinamiklerin zenginliği üzerinde yaşam sürüyoruz. Sadece tarihe yön vermekle kalmadık; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koyduk; aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan ettik insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri biz hayata geçirdik.

 

Batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini biz armağan ettik insanlığa…

 

Yani her zaman sulhün, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin çocuklarıyız. İnsanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocukları…

 

Öyleyse ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimi var. Bizim bütün insanlığa sunacağımız muazzam şahsiyetlerimiz; dünyaya yeniden adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edeceğimiz nefis hikâyelerimiz var.

 

Bu birikimle hem ülkemizde hem de dünya ölçeğinde, insanlığa adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edecek büyük projelere imza atmamız gerekiyor...

 

Bu yüzden hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak o muazzam 'yer’imizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.  Söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı. Ancak bundan sonradır ki, yapacağımız köklü teşhislerin ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlillerin ve tasvirlerin, derinlikli tariflerin ve tekliflerin bir karşılığının olması söz konusu olabilir.  Zira söylenen sözün yaşamsal serüvende bir karşılığı yoksa, olmayacaksa, bir değeri de anlamı da yeri de yoktur. 

 

Dolayısıyla fikrimiz, zikrimiz, tercihimiz kim olursa olsun önceliklerimiz aynı olmalı…

 

Nedir bu öncelikler?

 

Adalet, liyakat, ehliyet, istişare, tevazu, dürüstlük ve empati.

 

Adalet...

 

"Alemlere rahmet olanı hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa) korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer'den sorulur!" diyebilen bir Hz Ömer (r.a)în sahip olduğu iman, korku ve teslimiyetin göğsünden aynı anda süt emen dindaşlarız biz.

 

Liyakat…

 

İnsanların dininden, inancından, meşrebinden, ırkından, mezhebinden, siyasi görüşünden, aidiyetlerinden, sadakatlerinden, kim olduğundan, kimin yakını olduğundan, kimin kartvizitiyle geldiğinden ziyade önce bu işi yapmayı ne kadar hak ettiğinin tek ve şaşmaz terazisi olarak liyakati benimsemek zorundayız.

 

(Gerek geçen yılki ve gerekse de bu yılki yurt turnesinde ziyaret ettiğim yüzlerce kurum içinde daire amirlerinden, kurum müdürlerinden taraf bu konuda ne kadar eksik olduğumuzu görmüş ve yaşamış olmanın üzüntüsünü halen üzerimden atabilmiş değilim.)

 

Ehliyet…

 

Emanetin ehline verilmesi bu din-i mübinin olmazsa olmazlarındandır. Hatta bir tık öteye geçerek ehliyetin olmadığı, emanetin ehlinde olmadığı vakitlerin kıyamet habercisi olduğunu ikaz eden Nebevi soluğun tepemizde durduğunu belirtmek ve hayatımıza yansıtmak zorundayız.  Etrafınızda toplananların, sizi onaylama vaktini hesap ederek başını sallamaya hazır bekleyenlerdense, size sizin yanlışınızı çekinmeden ifade edebilecek birikim ve şahsiyetteki kimselerden oluşması da üstü örtülemez bir ihtiyaçtır.

 

İstişare…

 

Aldığımız her kararda en tepedeki yöneticiden en alt kademedeki memura kadar herkesin fikir birliği içinde olduğu durumlarda başarı da kazanç da bereket de kendiliğinden gelir. Yöneticiliğin hâkim olmak değil değer katmak olduğu bilinci içinde bunu tüm kurumlara aşılamak zorundayız.

 

Tevazu…

 

Unutmayalım ki, işlenen ilk günah kibirdir. Devlet çarkının en büyüğünden en küçük dişlisine varana kadar her bir mekanizmasının, millete hizmetkâr oluş hususiyetini bütün tavır ve davranışlarında tablolaştırdığının ispatçısı, itirafçısı olacak kadar daha fazla tevazuya ihtiyacımızın olduğunun farkındalığını yakalamak zorundayız.

 

Dürüstlük…

 

Devletin en büyük ihalesinden en ücra köşedeki herhangi bir mutfağa kürdan alımına varıncaya kadar her bir şeyiyle dürüst ve şeffaf olduğunu ülkede yaşayan herkes tarafından kabul edilmesine sebep olacak kadar daha fazla dürüstlüğe muhtacız. Oy ve gönül verenlerin tereddüt edeceği değil; nefret edenlerin dahi itiraf etmeye mecbur kalacağı kadar daha fazla dürüstlük olduğunda rahmet üzerimize sağanak gibi yağacaktır.

 

Empati...

 

Birbirinden farklı düşünen insanları kutuplaşmaya itmeden, bölmeden, parçalamadan, ötekileştirmeden bütün endişelerini en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar empatiye ihtiyacımız var.

 

Hayatı boyunca size ve sizi sevenlere empati nazarıyla bakmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlere, bize çok gördüğünüz bir şeyi size ihsan ediyoruz dercesine değil; bilakis onları sizden ve temsil ettiğiniz değerlerden emin kılacak kadar büyük bir tevazu ve müsamaha içinde empati kurabildiğimiz vakit Allah’ın yeryüzünde kurmamızı istediği cennetin temellerini atmış olacağız.

 

Seçimden zaferle çıkacak kim olursa olsun bunlar yoksa var etmek, varsa artırmak, Türkiye'yi hasret kaldığı ufuklara taşıma hayalindeki kişilerin boyunlarında dünden daha ağır bir vebaldir.

 

Seçimden zaferle çıkacak kim olursa olsun yeryüzüne diriltici ruhu yeniden üfleyecek bir devlet olabilmek için ne yapıp edip insanların gönüllerine girmek, sizi sevmeyenlerin dahi sarsılmaz güvenlerine sahip olmak borcundasınız.

 

İslâm iddiasındaki bireyler olarak Müslümanların bu ülkeye de dünyaya da verecekleri en önemli, en hayatî, en vazgeçilmez hakikat; Müslümanın herkes için, her kesim için güven adası olduğu olması gerektiği hakikatidir.

 

Çünkü dünyayı ve insanların kalplerini maddî ordularla değil, manevî ordularla fethedebilirsiniz. Yeni bir dünyayı maddî güçle değil her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adaletin, hakkaniyetin yaşam biçimi olacağı, herkes için güven adası sunabilecek manevî güçle inşa edebilirsiniz.

  

Ne demişti Nebevi soluk;

 

"Neye layıksanız onunla yönetilirsiniz"

 

Müebbet muhabbetle…