Abazdağı ve Babaannem - Yasin ŞEN

TAKİP ET

Niçin bu ormanların, fındık bahçelerinin, gökyüzüne serâzât uzanan bu güçlü dağın kucağında, kıyısında bucağında babaannemi görüyorum, hissediyorum ve nihayet özlüyorum?

Bu sorular zihnimi bir uğultu gibi dolduruyor bazen. Galiba toprak unutmuyor. Bilgiyi ve hatırayı hep saklıyor. Bu sebepten babaannemi işte burada hissediyorum. Buranın dağına, taşına, toprağına iyiden iyiye sinen varlığını duyuyorum.

Vefatından önceki zamana tesadüf eden yaz aylarını Ayşe Yengemle bareber burada geçirmişti babaannem. Çünkü burası onun köyü, doğduğu yer ve en önemlisi de vatanıydı. Ne çileler çekmişti! Evladını ve torunlarını binbir güçlükle burada büyütmüştü. Abazdağı onun zahmetlerine şahittir.

Abazdağı bizim için babaannem demekti yani… Avlu’da ektiği naneler (o birbirini hızlı takip eden heceler şeklinde nana derdi), harmanda evin hayvanlarını otlatışı, topladığı çilekler, kaynatttığı elma pekmezleri, yaptığı döndermeler ve pancar haşlaması, torunlarına bakması, dağdan getirdiği odunlar, topladığı kirmitler, ördüğü kolanlar ve nihayet fındıkların kokusuyla geliyor dimağıma…

Babaannemin üzerimde hiç ummadığım ve hâlâ çözmeye çalıştığım çok derin tesirleri oldu. Bunu zamanla fark ettim. Bu çok derin bir histi. Anlaşılması, çözümlenmesi, belki fark edilmesi bir ömür sürebilir… Beni Abazdağı’na bağlayan sebeplerin başında da eminim o var… Babaannem, bende orayı özlüyor sanki. Onunla kurduğumuz duygusal bütünlük bana bunu söylüyor.

Vefat ettiği gün bir grup arkadaşla Ordu merkeze gidiyorduk. Yol boyunca her nedense tek kelime bile etmemiş ve içli bir hâl ile hep etrafı seyretmiştim. İçime oturmuş tarifsiz bir hüzün hâli vardı üzerimde. Ordu’da babam aramış ve o söylemese de artık ne olduğunu sezmiştim. Bu yakınlık onun vefatından sonra da devam etti. Moralimin en çökük olduğu zamanlarda bana rüyalarımda destek oldu. Sevgisi bereketli, çok güçlü ve kuşatıcı idi… Belli ki, vefat ettikten sonra da bizleri bırakmadı.

Babaannem, Abazdağı’nda eski evde torunlarıyla beraber hatıraları ören, onlara bakan, elma pekmezi, yemek, peynir, çökelik ve daima bir şeyler yapan çalışkan bir kadındı. İşte bunlar beni onun hakkında yazmaya ve düşünmeye sevk ediyor. Onlar çalışmanın hakkını öylesine verdiler ve öylesine büyük bedeller ödedediler ki, cümlelerim zihnimde o yaşananları anlatmak için birbiri ardına sabırsızlıkla sıraya giriyorlar.

Bu yüzden babaannemi anlatmak, çoğu zaman karşı koyamadığım bir arzu olup çıkıyor. Adeta babaannemi kalemimle diriltmek, eski evi yeniden kurmak ve onu pekmez kaynatırken o evin önüne yerleştirmek istiyorum. Bir ressam olsaydım onu hemen resmederdim. Herhalde bu şâheserim olurdu. Bir şair olsaydım babaannemin hayatını ince ince, halı dokur gibi hassasiyetle mısralarıma işlerdim. Bir yapımcı veya senarist olsaydım bir filmimde bu sahneye yer verebilmek için bahaneler arardım.

Bir gün Veysel Abime onunla ilgili hatıralarını sormuştum. Herkesin köye gittiği, Abazdağı’nda bu ıpıssız coğrafyada yalnız ikisinin kaldığı akşamlardan söz etmişti bana. Babaannem yaz aylarında dökülen elmaları toplar ve gece boyunca burada elma pekmezi yaparmış. Gün içerisinde ise ormana gider ve sırtında odun taşırmış. Babaannemi kazanlardaki elmayı haşlarken ve hosulları harallara indirirken hayal ediyorum. Sonra çıkan suyu saatlerce, gece boyunca pekmez olana kadar kaynatışını izliyorum. Babaannem elinde deyneği ile ateşe ve köze dalmış, öylesine düşünüyor. Bazen ateşi düzeltiyor. Bazen de kazanın altına odun sürüyor. Nihayet sabaha doğru kaynattığı pekmezin tadına bakıyor. Sonra kazanın soğumasını bekliyor. Ardından bir gününü ve gecesini alan pekmezi kaplara koyuyor.

İşte ondaki bu sükûnet ve çalışkanlık benim muhayyilemi âdetâ çıldırtıyor. Çok güçlü bir var oluş bu. Mahrum olduğu yegâne şey bir bedene bürünmek imkânı… Kim bilir belki buna bile ihtiyaç yok...

Onun çilesini köylü hariç kimse bilmedi, görmedi, anlamadı, duymadı… Ama içimdeki karşı konulmaz çağrı onun bilinmesini, bunların gönüllerde yer edinmesini istiyor. Babaannem bir kahramandı. Önce çocuklarını, sonra torunlarını büyük bir özveriyle büyüten bir kahraman… Toprağı işleyen, onun mahsullerinden doyasıya istifade eden ve daima üreten bir kadın idi…

Çalışan her insan fark eder ki, bir süre sonra dokunduğu şeyin kendisiyle bütünleşmeye başlar. Eşya sanki uzvumuz olur. Çalışırken dokunduğumuz şeyler hemen istediğimiz şekle boyun eğer. Bu Abazdağı’nda biz çalışırken en çok hissettiğimiz şeydi. Mesela fındık toplarken sanki fındığın dalından kopması için sizin ona dokunuşunuz basit bir bahane olurdu. Zaten o dalından kopacaktı. Sadece bir dokunuş gerekliydi. Bu babaannem için de böyleydi. Eşya ona boyun eğmişti. Hiç ummadığımız bir yerde ve zamanda en basit görünen şeylerden, mesela eskimiş bir çuvaldan bize lazım olabilecek şeyler yapardı. Hep üretmek üzerine kurgulanan bir yaşam biçimiydi bu. Evlatlarının saadetini temin etme duygusunda yokluğa karışan bir yaşama iradesi idi onunkisi.

Hayata yaparak, üreterek dâhil olan çok asil bir insandı babaannem. Abazdağı’nda, bu yapayalnız tabiatta bazen bir başına bazen de birkaç torunuyla beraber yaşamıştı, üretmişti. Babaannem Abazdağı ile bütünleşmişti yani. Onu bu sebepten hep burada buluyorum. Varlığını, eşyaya bereketli dokunuşunu ve sevgisini hissediyorum. Çünkü Abazdağı çalışkan bir insanı asla unutmaz. Bu onun meşrebine de uymaz. Abazdağı hatırlar ve hatırlatır. Dahasını söyleyeyim… Abazdağı insanı kendinde yaşatır. Babaannem, Abazdağı’nda yaşıyor. Abazdağı ise babaannemde…

Bazen Meliha Ablamdan uzun uzadıya babaannemin hatıralarını dinliyorum. Meliha Ablamın geçmişin içinden çekip aldığı capcanlı hatıraları günümüze getirmedeki emsalsiz bir kabiliyeti ve anlatım gücü babaannemi hâlâ yaşayan bir insan olarak hissetmeme yardım ediyor. Babaannemle burada, Abazdağı’nda yaşayışı, onun kutulara doldurduğu yoğurtları Korgan’da satışı ve Abazdağı’ndaki bu ahşap evin erzakını temin edişi, galdirikten ve pancardan turşu kuruşu, galdirik saplarını kışın burada hayvanlar yesin diye kurutması, yoğurt mayalaması, peynir ve çökelek yapması, odun getirmesi, elma, armut ve üzüm pekmezi yapışı zihnimden film şeridi gibi geçiyor. Abazdağı’nın hatırlattığını ve asla unutmadığını söylerken bir yorum yapmıyordum.

Bir insan sesi duyabilmek için avazınızın çıktığı kadar bağırmanız, çağırmanız gereken bir coğrafya düşünün… Abazdağı böyle bir yerdir. Buna rağmen böyle bir yerde bile babaannemin ahbabı vardı. Hacı Şakir Dayımın eşi Behiye Abum ve Çıtnak Gızı yengem… Baktığımız yerlerde hâlâ kendileri görünen, isimleri dillerde dolaşan Anadolu’nun emsalsiz, güzel, artık isimleri bile anılmayan çalışkan kahramanları… Hepsine gani gani rahmetler niyaz ediyorum.

Babaannemin Behiye Abumla, hayvanların birbirlerinin bahçelerine girmesi sebebiyle konuşmalarını Veysel Abimden yine tatlı bir hatıra olarak dinlemiştim. Çıtnak Kızı yengemle de çok iyi anlaştığı, birbirlerini pek sevdikleri, onca yolu (bu kelimeler derenin birbirinden ayırdığı iki dağ yamacını ifade eder) sohbet için gelip gittikleri anlatılır.

Onlar Abazdağı’nın kahramanları idiler. Ölmediler… Bu aziz vatan toprağının havasına, suyuna dâhil oldular… Yaşarken de yaşatıyorlardı. Şimdi bir de böyle yaşatıyorlar… Yaşatan, yaşatmak için bahane arayan, daima veren, çile çeken, fakat bunları kimselerin bilemediği o kadınlar Abazdağı’nda birer analık destanı yazdılar.

abazdağı babaannem yasin yen köşe yazıları