Abazdağı'ndan Ayrılış - Yasin ŞEN

TAKİP ET

Mâzî çoğu zaman bize dokunaklı ve güzel gelir. Çünkü yaşamak istediğimiz bir itminan duygusu varlığımızın en diplerinde gizlenmiş ve belki devirler boyunca yaşanan şeyler yüzünden giderek belirsiz bir hâl almıştır.

Geçmişi güzelleştiren de herhalde bu belirsizliğin arkasından izlediğimiz ve hep arzuladığımız fakat kadim zamanlarda kalan bir kemâl duygusudur.  Mâzî bu sebeple hep güzeldir. Çünkü geldiğimiz yer, ayrıldığımız o bütün güzeldir. Aslında gideceğimiz yer de güzeldir de nefsin ısrarı ve gücünün kaynağı olan zaman bize birçok yanılsama sunuyor.

“Geçmişi güzelleştiren ne?” diye soruyor bir kitabında Nevzat Kösoğlu. Sonra bu soruya şu cevabı veriyor:

“İnsan, hayatı eksik yaşayan bir varlıktır. Bizim için katıksız zevk, saf keder, pür irade yahut inanç yoktur; bunlar daima insandan insana ve zamandan zamana değişen ölçülerde gölgelidir. Bu yüzden eylemlerimiz de alacalıdır; saf eyleme ulaşamıyoruz. Eylemlerimizi temellendiren irade tam ve keskin değildir; daima bir şüphe, bir tedirginlik, bir endişe yahut bir tereddütle sakattır. Allah’a tevekkül kavramı bu irade eksikliğini tamamlamak üzere devreye girer; ama o da tam değildir. Tam olabilseydi, İbrahim için gül bahçesine dönen ateş bizim de buyruğumuza girecekti; karşıki dağa göç desek göçecekti…”[Nevzat Köseğlu, Geçmiş Zaman Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleri].

Kösoğlu, kitabının ilerleyen sayfalarında “saf eylem”den söz ediyor ki, benim aradığım kavram tam da budur. Abazdağı benim için bir nevi saf eylem, saf düşünce, saf hayal ve nihayet saf insan idi. Onu bu kadar çok sevmemin; bu satırlara hatıralarımı, duygularımı ve düşüncelerimi bölük pörçük taşımamın en önemli kaynağı da bu...

Bu saflık Abazdağı’nda her daim var olmaya devam etti. Bu berrak aynada ölenler ve kalanlar birlikte cilveleşiyordu. Birinden ötekine geçen şeyler izlenebiliyor, duygusal bir bütünlük kuruluyor, en basit hadiseler muhtevasını tam tayin edemediğim bir vahdet şuuru hâlinde kendini gösteriyordu.

Babaannemin ekmeğin içine kattığı kül, soframızı paylaştığımız akrabalarımız, dağın bir yanından ötekine seslenirkenki muhabbetimiz, alçacık ve toprağa sâdık duran gövdesinden yediğim nefis çilek, geçimimizi temin ettiğimiz fındık, nefis kestaneler ve dahi kestane balı,  pekmezimizin kaynağı o şirin elmalar, bir türlü doya doya yiyemediğim o güzelim incirler, armutlar ve çörtükler, derin ormanlar ve hür ağaçlar bizi bu saf iklimde bir araya getiriyor ve gönülleri perçinliyordu.

Abazdağı’ndan ayrılmak, bu saf neşeden de uzaklaşmak demekti. Burada en dengesiz hallerimiz tedavi oluyor ve biz bir sükûnete erişirken ondan ayrı düştükçe tarifsiz huzursuzlukların içinde bocalıyorduk. En azından bu bir süre sonra hissediliyordu. Dağ bize iyi geliyordu. Sadece dağ mı? Ondaki her şey… Orman, ağaç, meyve, börtü böcek, rüzgar, toprak, su… Bunlar o saf neşeden beslenmiş olarak bize geliyordu. Bizi de dinginleştiriyor, birkaç gün bile olsa arındırıp bir vahdet neşesine bağlıyordu.

Abazdağı’ndan ayrı kalmanın, ondan ayrılmanın da saf bir neşesi vardı. Bir kere Abazdağı’ndan ayrılış hep hüzünlüydü. Fakat itminan dolu bir ayrılıştı bu. Motorun kasasında bu yüce dağı yavaş yavaş beliren akşamın zifiri karanlığına ve hatıraların koyuluğuna emanet ederken ona gıpta ile bakmaktan kendimi alamazdım. “Gıpta” ile diyorum… Çünkü onun gibi gani, mütevekkil, cömert, merhametli olmayı istiyordum. Uzaklaştıkça ona daha çok bağlanıyordum. Tabii bunu şimdi, bugünün biraz buğulu, silik ve gurbet dolu penceresinden görebiliyorum.

Orada ev, ormanlar ve fındık bahçelerinden oluşan bir dünya; şimdi bir başına ve yalnız kalıyordu. İçimden yükselen sorular “Nerede bu insanlar, nerede bunca hay huy, nerede geçen zaman?” diye hiç durmadan haykırıyordu. Zaman geçtikçe daha iyi anladım ki, onda geçirdiğim kısa fasıllar bile başka yerlerde fasılasız bir birlikteliğe dönüşüyordu. Durmaksızın bu dağı hatırlıyor, düşünüyor, ona içimde hep bir yer veriyordum. Dağ, benim için bir muvazene unsuru olmuştu. Bütün hayallerim bu yüce dağın eteklerinde bir sükûnete kavuşuyordu. Dağ, giderek kutsalım oluyordu.

Bunlar, ondan ayrılışların içime bıraktığı burukluğun sevk ettiği düşünceler… Fakat artık Abazdağı’ndan ayrılıyorduk. O geride kaldıkça ve küçüldükçe büyüyen duygular sarmalıyordu içimizi. Dağ her an daha da gerilerde kalıyor.

Şimdi burada ona veda yüklü satırlarla seslenmenin zamanı geldi.

Ey Abazdağı!

Ey mütevazi, vakur ve samimi diyar! Senden daima aldık. Bizi bıkmadan, usanmadan besledin! Ne mübareksin ki, verdikçe, besledikçe bitmedin, tükenmedin. Bir ana gibi yavrularını emzirdin! Bizleri sen besledin. Bizi bugünlere getirdin. Sen bizim sadık yârimiz, dar günümüzde imdadımıza yetişenimiz, sığınağımız, vatanımız, toprağımız oldun.

Seni anlatmak çok güç. Ancak hissetmek mümkün. Sana dair bunca kelimenin ne kadar cılız ve ham olduğunu görebiliyorum. Çünkü sen sırlarını vermede bizi beslediğin gibi cömert değilsin. Bir gün bu sırrını verdiğinde tevazunun, sabrının ve muhteşem yalnızlığının da gideceğinden endişe etmektesin. Haklısın. “Bırakalım o bende ve onu çözebilende kalsın!” der gibisin. Öyle olsun. Başından rahmetin, toprağından bereketin, havandan şefkatin ve kalbinden merhametin hiç eksik olmasın.

Ey Abazdağı!
Ey aziz dağ!