Abazdağı'ndaki Çeşme ve Atlar - Yasin Şen

TAKİP ET

Abazdağı'ndaki çeşme; nice bekleyişlerin, ümitlerin, yorgunluğumuzu alan serin bir dinginliğin, susamışların, kendisinden kana kana su içenlerin, çalışmanın şevkini ihsan eden aziz bir duygunun yeri yurdu olmuştur.

Etrafını sarmalayan kiraz, çörtük, armut, elma, salkım söğüt ve fındık ağaçları arasında bu çeşme, bir ressamın tuvaline nefis ve tefekkür dolu bir manzara armağan edebilirdi.

Çeşmenin içimde uyandırdığı dinginliğini özellikle akşama doğru daha bir içli hissederdim. Fındık işçileri ve bahçe sahipleri, onların çocukları burada birikirdi. Bunca insanın bu çeşmenin önünde birikmesi demek, Abazdağı’nın bütün hâlleriyle burada tecelli etmesi demekti. Yüzlerin kıvrımlarında, o derin yüz çizgilerinde, sigara içe içe sararmış bıyıklarda, başlarda iğreti duran çemberlerde, kendine hep yeni bir mânâ arayan yorgun yüz ifadelerinde gün boyu biriken karmakarışık bir yığın duygunun çeşmenin önünde bir zemine değmesi ve bir ifadeyle buluşması demekti.

Bir yerde insanın toplanması orada birikmiş bütün yaşanmışlıkları, umutları, bekleyişleri, özlemleri de harekete geçiriyor. Bu, o çeşmenin önünde de öyleydi. Çeşme sadece susuzluğumuzu gideren bir yer olmadı. Eminim, bu başka yerlerde de öyleydi. O, bir mânânın taşa toprağa bürülü bir hâli idi. Bizi çevreleyen ve kuşatan, buz gibi suyunu içer içmez kalbimizi bir dinginliğe eriştiren hazzını başka neyle ifade edebiliriz!

Abazdağı’ndaki o çeşme nevi şahsına münhasır bir ruh hâlini kendinde hep muhafaza etti. Serin ve leziz suyu ile bizi hep besledi. Bu su, burada bütün bir hayatiyetin de kaynağıdır. Abazdağı’ndaki hâtıralar hâlâ capcanlı ise bu onun sayesindedir.

Bende, her nedense Abazdağı’ndaki bu çeşme daima atları çağrıştırır. Önceleri bunun üzerinde pek durmazdım. Sonraları çok düşündüm. Abazdağı’nda akşam olduğunda ve biz bahçelerden çıktığımızda uğradığımız ilk yer bu çeşme olurdu. Sonra dayılarımdan biri (Bu, genelde Mıstık Dayım olurdu) fındık işçilerinden biriyle uzun bir zaman bidonları doldurur ve yukarıdaki eve taşırlardı. At, büyük bir gayret içinde kararlı ve sürekli hareketlerle patika ve dik yolu çıkar, suları eve getirirdi. Plastik bidonların ısrarlı, devamlı ve ıslak sesleri çeşmeyle ilgili hayallerimi net bir biçimde eve kadar taşırdı.

Bazen bu atın sırtında yokuş aşağı indiğimi hatırlıyorum. Kendimi, önüme gelen fındık ve sâir ağaç dallarından korumaktan başka bir şey yapmazdım. At, dik bir yoldan inmemize rağmen güven telkin ederdi bize. Ona güvendiğinizi hissettirmeniz gerekirdi. Atın ayağı kaysa yamaçlardan yuvarlanmak ve dereyi boylamak işten bile değildi. Buna kaç kere fındık çuvallarıyla beraber yuvarlanan atlar sebebiyle şahit olmuştuk. Fakat uzun bir zaman bizi köye, yaylaya, Abazdağı’na hep onlar bağladı. Çünkü bir at murat, ümit, bekleyiş ve kavuşma idi.

Atlar üzerine yapılan bir programda bir seyisin sözleri beni ne çok etkilemişti! Şöyle demişti adam: “Atla uğraşan bir insanın bakış açısı hep iyilikten yanadır.” Evet öyleydi. Bir dağ, insanı ne kadar sükûnete ve sessizliğe çağrırsa bir at da o kadar dostluğa davet ederdi. Bunu da size en çok atın gözleri telkin ederdi. O bakışlarda tarifsiz bir bilgelik ve dostluk hissi okunurdu.

Abazdağı’nda sese dayalı iletişim çok işe yarar. Hayatımda bir türlü uzaklara erişecek kadar ıslık çalmayı beceremesem de şifreli sözlerin -buna kuş dili denirdi-, ıslığın ve ses taklitlerinin pek revaçta olduğu bir yerde büyüdüm. Bu taklitlerden birisi de at kişnemesiyle ilgiliydi. Cezmi Amcam o muhteşem ses taklidiyle bunu pek iyi becerirdi. Önceden Abazdağı onun at kişnemesini pek âlâ andıran sesiyle yankılanırmış. Başka bahçelerde çalışan hayvanlar buna mukabil kişnemelerle karşılık verirmiş.

Şimdi bu fasıl da maziye karıştı. Çeşme yerinde hâlâ duruyor. Fakat herhalde akşamleyin önünde biriken fındık işçilerini, önündeki su dolu kapları bir ata yükleyen kişiyi ve o birdenbire Abazdağı’nı bürüyen tatlı telaşeyi özlüyor.