Abazdağı'nda Yokluk Düşünceleri - Yasin ŞEN

TAKİP ET

Abazdağı'nı yalnız ve hep bir başıma düşünmek ve onu hep böyle hissetmeye çalışmak bana hâlen inanılmaz bir tefekkür zevki bahşediyor. Abazdağı, bu yapayalnız ve tek başına bir çocuğa coşkun bir ilham kaynağı oldu yıllar yılı. Şimdi de aynı zenginliği sunmaya cömertçe devam etmektedir.

Seneler geçtikçe Abazdağı’nda tefekkürün esasının “yokluk düşüncesi” olduğunu biraz daha iyi hissediyorum. Her yıl çuval çuval ve tonlarca topladığımız fındıklarıyla bu dağ, bitip tükenmez bereketiyle bizi beslemektedir. O vermekte, daima vermekte ama tükenmemektedir. Bu nasıl oluyor peki? İşte böyle düşününce yaşamaktan kastın meyve vermek, hayata bir güzellikle dâhil olmak olduğunu anlıyorum. Bu kadar nimet yokluktan gelip var zannettiğimiz şeyleri ve insanları böylesine kuşatırken elbette yine yokluktan neşet eden insanın da hayata hep bir hizmet ve bir şeyler verebilme duygusuyla yaşaması gerektiğini ihtar etmektedir. Bunu ancak Abazdağı’nda beni kuşatan bu “yokluk” fikri sayesinde anlıyorum. Dolayısıyla Abazdağı, yokluğun ama hep bununla var olabilmenin sırrıdır.

Zamanla daha iyi anladım ki, Abazdağı yokluk görünümünde bir varlık idi. İşaret ettiği bir şeyler vardı. Onun söylemek istediği şeylerin çözümlenmeyi bekleyen birer bilmece olduğunu o zamanlar belki net bir şekilde hissedemezdim. Ama o demlerde onunla aramda çok kuvvetli bir bağın olduğunu duyabiliyordum.

Burada, bu yüce dağda hissettim ki, her varlık, her oluş ve her gösterge aslında bir yokluk fragmanıdır. Aslolan, bu kısacık süren oluşlar, görünüşler, renkler, kokular değil; onların hep işaret ettiği, edegeldiği sonsuz bir yokluk âlemidir. Ve şunu anlıyorum ki, ancak yokluk gibi bir referans sayesinde eşyanın bize taşıdığı mesajları anlayabiliriz. Aksi hâlde her şey bağımsız varlıklarmış gibi, her şey yekdiğeriyle irtibatsızmış, âlemde müstakil bir varlıktan bambaşka bir şey varmış gibi anlaşılıyor. Eşyanın, insanın ve varlığın özündeki bütünlüğü anlayamıyoruz. Benliğimizin bu âlemle, bunca kalabalık görünen şeylerle kurduğu o güçlü bağı fark edemiyoruz.

Bir yokluk fikri olmadan hayatın gâyesi yerine pek oturamıyor. Sonra kendimizi hep arayış ve bir sürüklenme hâli içinde buluyoruz. Şeyler, insanlar, görüntüler, varlık ve daha niceleri hakkında konuşuyor, hüküm veriyor, yargılamada bulunuyor, onları mahkum ediyoruz. Ama yine de tatmin olamıyoruz.

Böylece hiçbir şey yerine oturmuyor içimizde. Kafamızda, gönlümüzde ve kalbimizde bir yerlerde hep saklasak bile kocaman uçurumlar var. Çünkü her şeye marifetsiz yaklaşıyoruz. Tecrübeyi ve tefekkürü yok sayıyoruz. Bütün bu şekillerin, hareketlerin, gayretlerin ardında asıl yapıcı güç olan mânâyı fark edemiyoruz bile. Verdiğimiz hükümlerle hakikati hep ıskalıyoruz. Onu kalıplarda, şekillerde, konuşmalarda, vitrinlerde, görüntülerde arıyoruz. Var olduğunu sandığımız şeylerle yokluk gibi bir zenginliği, yani şeylerin hakikatindeki özü görmezden geliyoruz. Halbuki tefekkürü kısırlaştıran konuşmalar hakikî bir sessizliğe, varlık yokluğa, ayrılık beraberliğe, nefret ve mücadele sevgiye, para ise içimizdeki hakikate göndermeler yapıyor, bizi bunlara sevk ediyor hiç durmadan. Duymuyoruz bile…

İçimizdeki itminansızlığı başka şeylerde izliyoruz çoğumuz. Peki, nereye kadar sürecek bu hâl?

Şimdi bu karmaşık hayat telakkisinden, yerine oturmamış fikirlerimden ve kendine hep bir yön arayan ruhumun arayışlarından çıkardığım sonuç beni aradığımın Abazdağı’nda o çocukluk demlerimde tattığım tarifsiz, gösterişsiz, basit atmosferde, tefekkür ve hayal dolu anlarda gizli olduğunu söylüyor.

Bunu, bu hâli “yokluk” diye ifade etmem onu anlatacak başka bir kelime bulamamamdandır. Yoksa onu daha başka ifadeler ve uzayıp giden cümlelerle de izah etmek mümkündür. Ancak, orada, Abazdağı’nın kucağında beni gizliden gizliye emziren, düşüncelerimi besleyen bir şeyin var olduğunu daima hissettim. Bugün, bunu daha iyi anlıyorum.