Abazdağı'nda Sessizlik

TAKİP ET

Kalabalık bir cadde üzerinde bir yerde durun. Gözlerinizi kapayın ve gelip giden insanların sözlerinin durmaksızın katıldığı o tarifsiz 'uğultu'yu dinleyin.

Kelimelerin o mutlak yokluk hâlini hissedin. Bir anlığına bile olsa var olduğu için homurdanan ve derhâl yokluğa karışan sözler ortalıkta birer hayalet gibi rahatsız dolaşmaktadırlar. Bunu bir de sessiz bir tabiat köşesinde bir başınıza olduğunuzda yapın. Tabiatı her yerden kuşatan bir sessizliğin teşhis etmekte güçlük çekilen lisanını hafifçe hissedin. Kendinizi bu dilin esrasına bırakın.

Bu küçük meşgale insana çok ilginç tecrübeler yaşatabilir. Bir anlamda bu, tabiat ve müstakil sandığımız “benliğimiz” arasında yakalayabileceğimiz âhengi kurmada bize yardımcı olabilir. Taşın, toprağın, ağacın, çiçeğin özündeki hayatiyete içimizi daha bir aşina kılabilir. Bunun için sessizliği sevmek gerekir. Fakat, sessizliği, susmayı, sükûneti bugün için hayatımızdan çıkarmış gibiyiz. Nerede bir sessizlik olsa orayı zaptedilmez bir gürültüyle dolduruyoruz. Bunun insanlığa hemen hiçbir şey kazandırmadığı ortada…

İlim adamları âlemde iki şeyin varlığından söz ediyorlar: Hareket ve sükûn. Tıpkı denizin dalgalarının kıyıya vurması gibi bütün yaşadıklarımız. Sürekliliği olduğuna dâir zihnimizin bize hep bir yanıltmaca ile sunduğu varlık da herhalde bir denizin gelip geçici dalgalarından pek farklı değil. Var oluş ve yok oluş... Hareket ve sükûnet… Varlık harekete tekâbül ederken yokluk da sükûnete karşılık geliyor. Bence Abazdağı’nın önemi de burada ortaya çıkıyor. O hep bir sessizlik yani yokluk hâlini kendinde muhafaza ediyor. O, bize bu hâliyle susmayı ama hep bir tefekkür hâlinde olmayı öğretiyor.

İçimiz anlamın mertebelerini hissedene kadar, kelimeler iğreti libaslarından soyunana kadar susmayı denemek ve istemek çok haysiyetli bir şey olurdu. Kalabalıkların kendine anlam arayan kelimelerinden, başıboş cümlelerinden sakınmak, öfkesine daima hedef arayan insanların önünden kaçmak gibi önemli ve gereklidir.

Abazdağı’nda bu sessizliği yudumlarız. O, yaralı gönüllere oldukça iyi gelir. Fakat bu şifayı talep etmeli ve aramalısınız. Onu istediğinizde sessizliğin kendisi yavaş yavaş sizde uyanmaya başlar. Bu, dağın sizden konuşması, hissetmesi gibi bir şeydir. Sanırım bir dağın üzerinden bazı şeyleri anlamak, dinlemek için hep susmak gerekir. Böyle bir demde bunun gerekliliğini sonuna kadar hissedersiniz.

İçinizdeki ses, bir kabuk olarak kalmış ve içleri boşalmış kelimelere itiraz ediyorsa bence konuşmanın, bir şeyler anlatmanın hiçbir mânâsı kalmaz. Biz insanlar da galiba burada kaybediyoruz. Dünyayı sadece konuşulacak, bununla gösteriş yapılabilecek bir yer olarak görüyoruz. Halbuki dünya susulacak ve daima sessizliğin lisanı üzerine tefekkür edilecek bir yerdir. Belki de dünya, hikmetle susanları câhilce ve gafletle konuşanlardan ayıklamak için yaratılmıştır.

Sessizlik bize, sustukça anlamın da gürül gürül çağlamaya başladığını söyler. Bu çağlayanın söylediklerini kelimelerle tespit etmeye çalışmak onu kısıtlamak olurdu.  Bu sessizliği ve onun söylediklerini sindirmek için içli bir tefekkür gerekir. Bilinçli bir sükût insanı tıkayan şeylerin görülmesini ve anlaşılmasını mümkün kılıyor. Eğer güçlü bir irade ve onun terbiyesi mümkünse bunlar yavaş yavaş ayıklanabiliyor. Daima söyledikçe ve konuştukça, aslında bir mânâ olan insanın bütün erdemleri de sükût etmeye başlıyor. Bence biteviye konuşmak, bu yüzden insanın kendisine ve kendi faziletlerine itiraz etmesi ve onları incitmesidir. Bir dağın insana bu kadar heybetli ve tesirli gelmesi onun dâimâ susabilmesiyle ilgilidir. İçimiz onunla iletişim kurduğunda sanırım ondan bize derin bir enerji akışı mümkün oluyor. Dağ, insanın faziletlerini sükût demlerinde daha bir güçlendiriyor.

Abazdağı her tabiat parçası gibi susan bir insana çok şeyler anlatmaktadır. Lüzümsuz gevezeliklerden, içleri boşaltılmış kelimelerden, çarpık cümlelerden dolayı yıpranan insan dimağına bu sessizlik pek iyi gelir. Dağ, bir heybet duygusu telkin ettiği gibi bize susmayı da öğretir. İçimizdeki dengeyi kurana kadar bizi hep sessiz kalmaya, ama bununla beraber daima tefekkürde derinleşmeye sevk eder.

Ses ve sessizlik derken, dalından düşen meyvenin toprağa düşerkenki tok sesini, kuşların cıvıltısını, çok uzaklardan gelen lombardin sesini, rüzgârın fısıltısını kastetmediğimi bilhassa ifade etmek isterim. Bunlar bir dağın nefes alışverişi gibi berrak ve tabiidir. Dağ sessizce, sessizlikle konuşurken bunlar onun kurduğu âhenge süreklilik ve canlılık katar.

Abazdağı sessizdir. Fakat durmaksızın çalışır, üretir, değiştirir, dönüştürür. Bu muhteşem bir şeydir. Hep susarak çalışan bu bilge dağa hayranlığım bu yüzdendir. Hiçbir plana bağlı kalmadan ya da planlar üstü bir güce tâbî olarak çalışan bu dağda her şey doğaçlamadır. İnsan da böyledir. En azından böyle olması gerekir. Çalışmak, yürümek, daima bir şeylerle meşgul olmak hep kendiliğinden ve nasıl olması gerekiyorsa öyle gelişmektedir. Bu, sessizliğin ve Abazdağı’nı seven bir insanın hayatının ritmidir.