Abazdağı'nda Gece - Yasin Şen

TAKİP ET

Abazdağı'ndaki o ahşap, köhne, yıkık ve yorgun evin çıkmasından Hacı Şakir Dayı'mın ormanına ve karanlık geceye bir bakış bırakalım.

Karanlık orman doyamayacağımız bir manzara hâlinde belirir karşımızda. Derindir, sâkindir, içlidir… Bu ormanın karanlığı başka hiçbir şeye benzemez. Yer yer ürküten, fakat biraz sonra insana güven telkin eden bir hâl ile o derin ve tefekkür dolu karanlık, geceye oradan yayılır.

Galiba bilinmezlik ve gece burada bir noktada buluşuyor. Bilinmeyen gece, hududu çizilemeyen gece, mahiyeti anlaşılamayan gece… Başına hangi sıfatı getirirseniz getirin o ister istemez insanda bir saygı hissi doğurur. Bu gecelere saygı ve biraz korkuyla karışık muhabbet besliyordum. Bakışlarım karanlıktan içerime aksediyor ve gece beni benimle buluşturuyordu. Sonrası ise bunun bitmez tükenmez bir yolculuk idi…

Gecenin zifiri karanlığı Abazdağı’nda çağrışımların en yoğun, en bereketli, en zaptedilmez olduğu bir zaman demek olur. Çünkü, Abazdağı’nda çalışan bir insan hak edilmiş bütün tefekkür zenginliklerini bu akşam vakitlerinde kendinde toplamaya başlar. Gündüz çalışan insan, gece bir mütefekkirdir artık. Bu imkânı ona Abazdağı’nın zifiri karanlığı sunmaktadır.

Bu karanlık geceler benim için hâlâ bitmez tükenmez bir hayal zenginliğidir. Karşıdaki orman, fındık bahçelerinde yer edinmiş dipsiz bir karanlık, yıldızlarla örülü sakin ve nefis gökyüzü duygu ve düşüncelerime zengin bir zemin teşkil ederdi. Peki, böyle gecelerde ne düşünürdüm, neyi hayâl ederdim? Bu sorulara bir cevap vermek ne kadar zor olurdu! Abazdağı’nın kendisi zaten bir duygu, hayâl ve düşünce âlemi demekti. Düşünce ve hayâlin gerçekle arasındaki çizgi burada çok belirsizdi. Bu belirsizliğe kelimeleri ve cümleleri giydirmek de o denli müşkül olurdu.

İnsan giderek Abazdağı’nda bir düşünce ve hayâlden müteşekkil olur. Düşünen bir insanı bu sessiz tabiattan ayıran hemen hiçbir şey yoktur. Sanki kendisini çepeçevre kuşatan kabuk kırılmış ve içindeki coşkun nehir bu deryaya karışmıştır. El verir ki, o daldığı tefekkürden, uğradığı hayâl şehirlerinden kendisi uyansın! Bu yüzden ölüm veya yokluk burada hiçbir çizgiyi yok etmez. Her şey burada yok oldukça var olur. Bunu size gece söyler. Bundan olsa gerek Abazdağı’nda hatıralar yok olmaz. Her şey bu dağın hafızasında ve eğer onu çok seviyorsanız, elbette kalbinde saklıdır.

Bazı serin akşamlarda biz elimizde hemen soğumaya başlayan çay bardaklarıyla evin çıkmasında oturur ve böylece gecenin bir hayâl zenginliğine bürülü demlerine yavaş yavaş dâhil olurduk. Bu, bir kış günü elektrikler kesildiğinde duvara yalımları yansıyan sobanın çıkardığı seslerle beraber bir şeyleri düşünmek, o düşünülen şeylerde derinleşmek gibiydi ve çok zevkliydi. Evin çıkmasında gecenin bir vaktinde ormana doğru genişleyen hayallarim bende bir yaşama iradesini de harekete geçirirdi. Anlardım  ki, Abazdağı en çok bir çocuğa ve onun hayallerine saygılıdır. Yoksa böyle ikide bir neden kendisini bir çocuğun hayallerine ve düşüncelerine bürünerek hatırlatma ihtiyacı duysun, değil mi!

Bu dipsiz karanlığa doğru genişleyen, derinleşen, bazen ürkütücü bazen sevecen bir menba olan düşüncelerin tek ihtiyacı bir elbiseye bürünmekti. Kelimelerden örülü bir elbiseye… Ama uzun bir zaman buna ihtiyacım olduğunu düşünmedim. Yani hislerimi anlatma ihtiyacı duymadım. Basit, sade ve gösterişsiz yaşayan ve sadece geçim derdiyle mücadele eden, hayatını taştan topraktan çıkaran insanların teşhis edemediği nice duygu, ifade edemediği nice düşünce bu ıssız gecelerde beni buldu, yıllar yılı demlendi. Bunlar kan ve duygu bağım olan o insanların arzusu, emeli, hayâlleri, zengin düşünceleri ve yapmak istedikleri idi. Ve sonra düşündüm ki, ben belki de onların ümitlerinin ve hayallerinin sırrı idim. Abazdağı’yla ilgili kelâma bürünen her kelime yine onların nefesi, ümidi ve hiç de boşuna olmayan gayretlerinin semeresi idi.

Bu gecelerde Abazdağı’nda bazen içim kabarıyor, kalıbıma sığmaz oluyor, sanki o sonsuz ve simsiyah gökyüzüne doğru genişliyordum. Bazen ise küçülüyor küçülüyor ve hiçliğimin altında eziliyordum âdetâ. Yokluk ve varlık… Her ikisi de taşınmaz yükler olup çıkıyordu benim için… Bir bakıma daralma ve genişleme… Bunu bugün için daha berrak idrak edebiliyorum. Bir şey her türden oluşa hazırlamak için beni sıkıyor ve sonra genişletiyordu sanki.

Ben bu gecelerde Abazdağı’nın oldukça mütevazi olduğunu da anladım. Bu bir bakıma yokluğa yakın bir hâldi. Silinip gitmek istercesine kendini yokluğa bürüyen dağın bu hâlini sevdim ama onun bilinmesini, anlaşılmasını ve anlatılmasını da hep istedim. Onun bu yüce tevazusu kimseleri aldatmasın; büründüğü mütevaziliği onu anlamımıza engel teşkile etmesin, istedim. Dilenci kıyafeti giymiş bir padişah gibi kendisini teşhis etmeye ve anlamaya çalışanları bulmak isteyen bu yüce dağı ancak sevgi ve hürmet duygusuyla tanıyabilirsiniz.

Bende onu anlamaya sevgi ve hürmetle beraber zamanla bir de gurbet duygusu eklendi. O dağ bana bir şeyler söylemeye çalıştı. Söylemek istediklerini tam olarak anladığımı sanmıyorum. Fakat onun bana daha başka ve benim anlamakta ve çözmekte şimdilik güçlük çektiğim şeyleri de söylediğini hissedebiliyorum. Abazdağı geceleri bana hep bir şeyler anlattı. Dağ benimle konuştu, dertleşti, içini döktü. Bazen sevindi, bazen derin bir hüzün perdesine büründü. Baştan ayağa kelimeydi, lisandı, mübarek bir hâli vardı. O demleri görülmeye, hissedilmeye, yaşanmaya değer zamanlardı. Abazdağı, bana bunları yaşatmada çok cömertti.

Hissettiğim her şey için ona duyduğum minnettarlığım bundan ileri gelir. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, dağ kalbime iflah olmaz bir yalnızlık duygusu da koymuştu. Bu bir bakıma iyiydi. Bizi aslında kendi kendimize derinleşmeye sevk ediyordu. Fakat bazen sebepsiz yere içime çöken gariplik duygusunun kaynağı da bu yalnızlık hissi idi. Başlangıçta bunu anlayamıyordum. Zamanla daha iyi hissetmeye başladım.

Abazdağı benim Issık Göl’üm, Haydar Baba Dağım, kendi kendime yaşamaya çalıştığım bu hikâyede Aladağlarım oldu. Onun hüznü de hep bir şeyler anlattı durdu bana. Eğer büyük bir şair olsaydım bu tefekkür ve hayâl dolu gecelerden aldığım ilhamla onun büyük bir şiirini yazar ve onu edebiyatımıza sesten ve sözden bir âbide olarak nakşederdim. Onun her hâlinden, tevazusundan, çalışkanlığından, bereketinden aldığım ilhamla vatanıma destanlar armağan ederdim. Ancak dağ, şimdi bununla yetinmeli. Belki bir gün o dileği de gerçekleşir.